Kendine Yeterli Toplum: Yerellik ve Doğayla Uyumlu Ekolojik Yaşam

Archive for Şubat, 2011

Küreselleşme Kıskacında Trakya Tarımı – Emet Değirmenci

Emet Degirmenci

 1980 sonrası dünyada esen neo-liberalizm rüzgârı Turgut Özal’ın özelleştirme politikalarıyla Türkiye’nin tarımının da canına okumaya başladı. O tarihe kadar özellikle hububat üretiminde Türkiye dünyada kendine yeten birkaç ülkeden biriydi. Askeri rejimle demokratik hakların da ortadan kalktığı sonraki yıllarda ülkenin içine düştüğü ekonomik çıkmazlarla IMF uyum paketleri Trakya dahil ülke tarımını hızla (bilinçli olarak) küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye başladı. Bu da kendine özgü yeterliliği olan geleneksel aile tarımını yok etmekti.

Bir tarım uzmanı değilim. Uzun yıllardır ekoloji hareketine yalnızca Türkiye değil (son 13 yıldır yaşadığım değişik ülkelerde de katkı vererek) olup bitenler hakkında küresel bir profil görmeye çalışıyorum. Mühendis altyapısina sahip olmama yanı sıra son yıllarda (uzun süredir toplumsal projelerde kazandığım deneyimlere dayanarak) ekolojik restorasyon ve permakültürü (sürdürülebilir yaşam tasarımı) meslek edindim. Bu yazıda Trakya’nın tarımını küresel sermayenin etkisinde nereye gidebileceğini tartışacağım.

Avrupa Birliği’ne Uyum ve Küresel Sermaye:

Kapitalizmin ‘büyü ya da öl’ işleyişi 20. yüzyılda daha da içselleşti ve derinleşti. Daha önce geleneksel aile tarımıyla kendine yeten çiftçiler artık İngilizce’de adı ‘agribusiness’ olarak bilinen tarım işletmeleri haline gelmek ya da ortadan kalkmak durumundadır. Bir başka deyişle; artık çiftçi büyük alanlarda yığınsal ürün üretmelidir. Böylece büyük alanlarda aynı türden plantasyon yapılacak monokültürel tarım dayatılacaktı. Bu tür bir aktivite için de devasa çiftliklere gerek duyulacaktır. Buğünden belirtileri göründüğü gibi artık çiftçiler bir işletmeci olarak yanlarında ücretli elemanlar çalıştıracak, paketlemeyi ve ürün standardını (organik dahi olsa) endüstriyel pazarın belirlediği şekilde yapmak zorundadır. Ancak bu tür bir işletmecilik küçük parçalı topraklarda olmayacağından ve de tarım kredilerinin faizleriyle küçük çiftçinin yaşaması mümkün olamadığından bir dizi geleneksel aile tarımcılığı zaman içinde hızla yok olmaktadır. Çiftçi Sendikaları Başkanı Abdullah Aysu 2009 yılı itibariyle bu sayıyı ‘her 50 saniyede bir çiftçi iflas ediyor’ şeklinde dile getiriyor. (1) 2010 yılında Trakya ya yaptığım ziyaret sırasında duyduğum gibi topraklarını büyümekte olan (Avrupalı ya da yerli)büyüklere’ satmak zorunda bırakılan çiftçiler ise büyük kentlerde iş ve aş arama peşine düşüyorlar. Bazıları turistik yerlerde garson, şoför ya da temizlikçi gibi düşük nitelikli sayılan mevsimlik işlerde çalışırken bazıları da sattıkları tarlanın parasıyla köşe başı bakkalı açıp modern kent yaşamına ayak uydurmaya çalışıyor. Hatta elindeki sıırlı sermayesiyle köyün zorlularından kurtulup pembe hayaller kurabiliyor. Öyle ya… hatta çocuklarını da okutur kendi çektiği zorluklardan onları sakınmış olabilirdi. Bu yarı umutvar kent yaşamının cazibesiyle çiftçiliği sonlandırma süreci Trakya’da hala devam ediyor ki; burada gençleri tarlada çalıştırmak zordur deyimini sıkça duymaktayız.

Bunun yanında TEKEL, Et-Balık, SEK’e kadar bütün kuruluşların ortadan kaldırıldığını da eklemek gerekir. Küçük çiftçinin ürününü alan bir zamanların Trakya Birlik’i artık ayçiçeği yerine kanola bitkisi üretmeyi teşvik etmektedir. Oysa kanola yağı besin değeri olarak Batı ülkelerinde yüzüne en son bakılan yağdır.

Bir de yıllardır giremediğimiz şu Avrupa Birliği var…ve daha on yıldan önce girebileceğimizi sanmadığım Avrupa sevdası kendine yeterliliğimizi silip süpürme yolunda iken… Oysa Yunan ekolojistleriyle yaptığımız bir diiz çalışmada kendileri girdiklerine bin pişman olduğunu belirtir hep. Çünkü Avrupa Birliğinin istediği yönde üretim yapmak zorunda bırakılmaktan ve bu nedenle biyolojik çeşitliliğin azaldığından yakınılıyor. Hatta bazen eğer Avrupa’ya fazlaysa tonlarca ürünün tarlada bırakılmak zorunda olduğundan dem vuruyorlar. Bunun yanında yerel halkın gereksinim duyduğu o topraklarda yetişebilen gıdalar ise dışardan alınmak zorundadır. Bu durum şu anki Türkiye ye de yabancı değil diyebilirsiniz. Ama Avrupa Birliği parçası olunca da durum daha da vahim olabilir.

Monokültüre dayalı üretim Genetiği Oeğiştirilmiş Organizmaları (GDO) da beraberinde getiriyor. Örneğin Trakya’da üretilen kanola bitkisi bugün değilse bile yarın GDO’lu olabilir. Çünkü Türkiye’de de GDO’lar 2010 yılı itibariyle resmen serbest bırakıldı. Böylece komşu tarlada hala sağlıklı yiyecek yetiştirme şansı dahi tanımıyor. Çünkü araştırmacılar tarafından genetiği değiştirilmiş organizmaların polenleri 15 km kadar geniş bir alanı rüzgârla etkileyebilir deniliyor. Bunun yanı sıra GDO’lu tohum firmaları pazara yayılmak için cazip olanaklar yaratıyor. Örneğin zaten tohum alma zorluğu içinde olan çiftçi için haşere ve yabani ot öldürücülerle birlikte paket halinde tohum almak daha ekonomik görünüyor. Üstelik çıkacak tohumun terminatör tohum dediğimiz kısırlaştırılmış tohum olduğunu bilmeden. Böylece çiftçinin en doğal hakkı olan gelecek yılın tohumunu dahi kendi tarlasından alması önleniyor. Kısacası kendisine % 100 bağımlı çiftçiler oluşturuyor.

Trakya’da olup bitenler elbette dünyadan bağımsız değildir. Tarımın şirketleşmesi bizim gibi ülkeleri daha kısa sürede ve daha derinden sarsarken örneğin, Avrupa’da birazdaha entervali geniş 2 dakikada bir çiftçinin iflas ettiği Aysu’nun yukarıda belirttiğimiz yazısında açıklanıyor. Monsanto ve Cargil gibi dünya tohum tekelleri ise Türkiyede de görüldüğü üzre küresel ölçekte yayılmaya devam ediyor.

Küresel sermaye tarım işletmeciliğini elbette yalnız toprak birleşimiyle yapmıyor. Aynı zamanda Türkiye tarımını da havzalara ayırmaktadır. Bunu yaparken yörenin ekolojik bütünlüğüne ve yerel gereksinimlere bakmaksızın… Oysa Hintli bilim kadını, yazar ve aktivist Vandan Shiva önce ailenizin, sonra oturduğunuz yerdeki pazarın, eğer hala fazlanız kaldıysa bölge pazarının gereksinimini doyurun der. Uluslararası pazara gelince tüm bunlardan arta kalan gitmelidir diye de ekler. Shiva yazılarında ve konuşmalarında küresel kapitalizmin ‘Büyü ya da Öl’ politikasının Hindistan’da çok açık bir şekilde görüldüğünü sıkça dile getirir. Bu politikadan ötürü kredi borcunu ödeyemeyen ve kendine bir gelecek göremeyen çiftçilerin doksanlı yıllarda kitlesel halde intihar etmelerine tanık olan Shiva, bunun sonucu olarak NAVDANYA diye adlandırdıkları tohum koruma kuruluşunu halka dayanarak kurar. Böylece 200’den 20’ye düşmüş olan pirinç vb. bitki tohumunu koruyarak geleceği kendi ellerine almaya çalışmanın gğcğ ve onuru paylaşılır.

Bir de Trakya’daki Ergene Havzası‘na değinecek olursak yatırım ve diğer endüstride kullanılan kimyasallar sonucu Ergene Nehri’nin siyah ve köpüklü akmasının yanında Ergene havzasında oranın ekolojisine ve yerel halkın gereksinimlerine yönelik bir tarımın beli kırılmıştır. Çünkü sürekli revizyondan geçirilen havza modeli 2004 yılında yürürlüğe giren 1/100.000 ölçekli “Ergene Havzası Çevre Düzeni Planı”nı da 2020 yılına yönelik TAB (Tarımsal Alt Bölge) ve TOB (Tarımsal Organize Bölge)larla “geleceğin tarımını şekillendiriyoruz” adı altında sürdürülebilir havza yönetiminden uzaklaştırılmak istenmektedir. Böylece küresel sermayenin güdümüne daha kolay sokulabilecektir.

TAB ve TOB’ lara karşı mücadele:

2009 yılında öne sürülen Trakya’nın toprak yapısına bağlı olarak 19 adet TAB, 12 adet de TOB kurulması hedeflenmektedir. Alt bölge planlaması olarak konu edilen TAB ve TOB projelerinin ne olduğu ve hangi amaca hizmet edeceği ise açık değildir. Trakyalı avukat Bülent Kaçar kaygılarını şöyle dile getiriyor:
Ergene nehrinde ve havzasında davalı idarece etkin idari tedbirlerle önlenmeyen kirliliğin, yeraltı ve yerüstü sularını da kirlettiği gerçeğini dikkate aldığımızda, revizyon plan olduğunu iddia eden “YENİ PLAN”ın kirliliğin önlenmesini hedeflemediği, aksine havzayı ve sularımızı kirletici yeni yüklerin bölgeye taşınmasına, yerleşmesine olanaklar sağladığı görülmektedir… Çünkü revizyon planında, sürdürülebilir yaşam ve bilimsellik esas alınmamıştır (2).

Kaçak sanayi yapılarına af getirerek meraların dahi zamanla kamusal alan statüsünden çıkarılıp özelleştirmeye açabilecek bu gidişata dur demek gerekir. Kaçar aynı yazısında 2004 Bütünleşik Sürdürülebilir Havza Yönetimi Statik değil dinamiktir diyor.

2009 da ABD’nin Washington eyaletinde küreselleşmeye karşı tarım içerikli katıldığım çalıştayda geleceğin sağlıklı tarım modeline ilişkin geçmişten bir dizi ders çıkarılıyor. Geleneksel aile tarımının geçmişte Amerikan nüfusunun %70 ini beslediği anımsatılıyor. Sağlıklı bir gelecek açısından tekrar o yöne doğru bir dönüş olması gerektiği üzerinde duruluyor ve halkın hükümete bu konuda büyük bir baskısı var. Bunu da 1970’ lerde başlattıkları Topluma Dayalı Tarım (Community Supported Agricultrure) yoluyla daha geniş ölçekte uygulamak istiyorlar. 20 yılı aşkın bir çabanın ürünü olan Toplum Destekli Tarım (TDT)’da bugün ülke genelinde yaklaşık 600 ekolojik aile tarımını koruyor. Böylece kentte yaşayan ve yiyecek yetiştirecek zamanı olmayan kişiler kırsal kesimdeki geleneksel tarım emekçisinin ürününü (üyelik sistemiyle) sürekli alacağını taahhüt etmiş oluyor. Bu şekilde kentli hem sağlıklı ürün tüketmiş oluyor, hem de yediği ürünün nereden geldiğini ve hangi koşullarda yetiştirildiğini biliyor. Hatta karşılıklı birbirini destekleyen bu bağ vasıtasıyla ekim ve hasat zamanlarında çiftçisinin düzenlediği festivallere katılarak konserve yapmaktan tohum korumaya kadar yeni beceriler kazanma olanağına sahip olup üreticisiyle yüzyüze bağlantı kurmuş oluyor. Buna benzer yerel üretim ve tüketim zinciri oluşturan sistem Avrupa’da ve Asya Pasifiğin birçok ülkesinde de yaygınlaşarak uygulanmaktadır. Örneğin Yeni Zelanda’daki TDT zincirine Wellington bölgesi odaklı iki yıl destek verdim ve sonuçta yeni bir diriliş yaşandığını görmek beni mutlu etti. Böylesi bir yapının insanlara ve doğal çeşitliliğe neler kattığını sonsuz. Aslında bize köy enstitülerini anımsatan kentle köyün bağlantısını sağlayacak biylesi bir modelin Türkiye de çok yakışacağını düşünüyorum. Trakya’da ve Türkiye’nin diğer bölgelerinde de buna benzer ekolojik üretici – tüketici zinciri kurulabilir. Yoksa ne AB’ye girmek ne de dünya pazarına açılmak için tarım işletmeleri kurup tarımı modernleştirmek biiz kurtarmıyacağı gibi daha da kütüye sirikleyecektir.

Neler Yapılabilir?

Çok geçmeden elimizde kalanları tutmak ve geliştirmek açısından diğer bir örnek de Latin Amerika’dan vereyim. Yukarda belirttiüim Washinton çalısmamızda 500 yıllık tarım örgütü La Via Campesina dan da çiftçi liderleri vardı. Via Campesinalı çiftçileri yüzyüze tanıdıktan Yiyecek Özgürlüğü Hareketine daha fazla zaman ayırmaya başladım. 2004 yılında İtalya’nın Roma kentinde yapılan Birleşmiş Milletler Yiyecek Güvenliği Zirvesi’ nde umutvar bir çıkış göremeyen Vıa Campesina çiftçileri yerel ölçekte ve ülke bazında örgütlenme modeli önerdi. O günden bu yana dünyanın 160’dan fazla ülkesde örgütlenerek yiyecek üretiminde kadın-erkek eşitliğinden tarım işçilerinin etik ve insani koşullarda çalışmasına ve her ülkenin yiyeceği hakkında kendi politikasını oluşturması yolunda önemli adımlar atıyor. Kısacası Via Campesina tüm yiyecek üretiminin bir sistem olarak tümden demokratikleştirilmesi üzerinde duruyor. Trakyalı çiftçi bugün ürün bazında yapılanmakta olan tarım sendikaları ve genel olarak Türkiye Çiftçi Sendikaları şemsiyesi altında güç birliği yapabilir. Yoksa kente göç eden Trakyalı çiftçiye çok geçmeden kent yaşamı dar gelecektir. Çünkü yazın gidip kuru bakliyatını getireceği köy arazisi de zamanla ortadan kalkacaktır. Hatta ilerde köyüne dönüp sattığı tarlanın patronunun tarım işletmesinde asgari ücretle çalışmak zorunda kalabileecektir.

Gelişmiş ülkelerde tarım üzerine yapılan konferanslarda geleceğin en önemli mesleği sağlıklı yiyeceğin nasıl yetiştirildiğini bilen insan olaak tanımlanıyor. O halde bugün olup bitene karşı uyanık olmak ve TAB ve TOB’ lara karşı durmak gerekir. Türkiye’nin hala ağır metallerle kirlenmemiş topraklarında Avrupa ülkeleri binlerce dönüm arazi alarak organik tarım işletmeleri kurma yolunda ilerliyor. Biz gelecekte niye onların mevsimlik işçisi olalım? Anadolu’da hala kolektif ruh kaybolmadığına göre kendi aramızda kuracağımız kooperatifler yoluyla geleceğimizi planlayabiliriz. Üstelik yapılacak (yalnızca asık yüzlü kamu görevlilerinden oluşan değil halkın coşkusuyla yapılacak) yerel tarım festivalleri ve tohum değiş tokuşuyla şenlikli toplumu yeniden yaratabiliriz.

Permakültürle bugün dünyanın birçok ülkesinde bolluk yaratan yaşamlar kurulmaya çalışılıyor. Bir başka deyişle bunun adına bizim yabancısı olmadığımız bilge köylü tarımı ve de yaşam biçimi demek daha doğru belki de…. Aslında permakültürün kökleri Anadolu’da olduğu kadar diğer yerli halkların da yaşam biçimini yansıtıyor. Öyleyse birbirimizden öğrenerek tarıma ve yaşamımıza çeşitlilik katabiliriz. Örneğin Azteklerin teras tarımından Babil’in asma bahçelerine kadar öğreneceğimiz zevkli şeyler var. Üstelik permakültür yaşamı, tarımın ötesinde enerjiden su korunumuna ve toplumu yeniden tasarlamaya kadar uzanan bütünlükçü bir yaşam için beceri seti öneriyor. Bugün Afrika bile Plan Afrika programı kapsamında hükümet politikalarına böylesi bir yaşam tasarımını almış durumdadır.

Öteki önemli bir nokta da evladiyelik tohumun korunmasıdır. Hindistandaki gibi köy ve mahalle bazında tohum bankaları kurup tohum değiş-tokuşuyla geleceğimize sahip çıkmalıyız. Amerika devlet başkanlarından biri eğer silaha sahip olursan bir ülkenin toprağına ama yiyeceğini kontrol altında tutabilirsen yurttaşlarına da sahip olabilirsin demiş. Ben bunu günümüze uyarlayarak tohuma sahip olmanın geleceğe sahip çıkmak olacağını düşünüyorum. Çünkü tohumu olmayan nüfus aç kalır!

Dipnotlar:
1. Abdullak Aysu http://www.karasaban.net/her-50-saniyede-bir-ciftci-iflas-ediyor-2/
2.Trakya Planlanıyor (!) – Bülent Kaçar 12 Temmuz 2010 – http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=31548
*. Emet Değirmenci ekoloji aktivisti ve permakültür uzmanıdır. Amerika ve Türkiye’de ekoljik restorasyon/permakültür danışmanlığı, tasarımı ve eğitmenlik yapmaktadır: http://www.koruora.com
http://www.kuyerel.com/modules/AMS/article.php?storyid=5232