Kendine Yeterli Toplum: Yerellik ve Doğayla Uyumlu Ekolojik Yaşam

The earth keeps heating up.

Avrupa’da Yeşil Yeni Mutabakat adı altında adil bir geçişten (Just Transition) söz ediliyor. Bu kapsamda sözde sıfır atıktan döngüsel ekonomiye kadar kentler ve yaşam alanları yeniden planlanmaya başlandı.  Aslında Avrupa Birliği (AB) 11 Aralık 2019 tarihinde ‘Avrupa Yeşil Mutabakatı’ ile ekonomisinin dönüşümünü sağlayacak yeni bir büyüme stratejisi üzerinde duruyor. Bunun açık adı yeşil kapitalizm.  

2021 yılını geride bırakırken ekonomik olarak oldukça zorlandığımız günler yaşıyoruz. Bu durum ülkenin ekonomik politikasının yanında küresel iklim değişimiyle de ilgili. Parçası olduğumuz yaşam alanlarının yok edilmesi yalnızca karbon emisyonları ve ekonomiyle ilgili değil elbette… Koronayla birlikte tüm dünyada yeşil dönüşüm daha belirgin konuşulur hale geldi. Bu sağlık krizi karbon emisyonları ve doğal yaşam alanlarının yağmasıyla direk olarak ilişkili durumda. Konu samimiyetle ele alınsa dahi küresel iklim değişimi konusu önümüzde bir dizi kuşak boyunca ekolojik ve ekonomik olarak ana eksen olarak duracak. 

Kapitalizm Gölgesini Satamadığı Ağacı Yaşatmaz 
Bildiğimiz gibi tüketim ve yağma üzerine kurulu kapitalist sistem ‘Ya büyü ya öl’ düsturuyla çalışır. Küçük ve kendine yeter, çevresine zarar vermeyen üretimin kapitalist büyüme ekonomisinde yeri yoktur. Özellikle son 2 yıldır Amerika’da Joe Biden yönetimiyle Yeni Yeşil Düzen (Green New Deal)’e yönelik yatırımlar yapılmaya başlandı.  Ancak bu yatırımları yapanlar örneğin, büyük ölçekli yenilenebilir enerji yatırımları ABD’de Chevron, British Petrol vb fosil yakıt baronları tarafından yapılıyor. Daima merkeziyetçilikten ve militarizmden yana olan bu şirketlerin ulusal ve uluslararası ekonomide bu sözde çevreci kurallara göre düzenlenmesi ne kadar gezegenin yararına olabilir?  Bir de bazı çevreciler daha adaletli bir kapitalizm arayışında. Oysa biz biliyoruz ki kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı yaşatmaz. 
Bu kapsamda Avrupa’da ise Yeşil Yeni Mutabakat adı altında adil bir geçişten (Just Transition) söz ediliyor. Bu kapsamda sözde sıfır atıktan döngüsel ekonomiye kadar kentler ve yaşam alanları yeniden planlanmaya başlandı.  Aslında Avrupa Birliği’nin (AB) 11 Aralık 2019 tarihinde “Avrupa Yeşil Mutabakatı” ile ekonomisinin dönüşümünü sağlayacak yeni bir büyüme stratejisi üzerinde duruyor. Bunun açık adı yeşil kapitalizm.  

Adaletli Geçiş Ne Demek?
Adaletli geçiş, üretim ve tüketimin atık olmaksızın sağlanması konusuna nasıl ulaşılacağı şeklinde özetlenebilir. Çünkü geleceği onarmak karbon emisyonlarını azaltmak buradan geçiyor. Ancak özellikle toplumda görünmez kılınan engelliler, kadınlar, göçmenler, sığınmacılar, farklı etnik gruplar, farklı cinsel yönelimi olanlar, çocuklar, gençler yaşlılar vb grupların kendi geleceklerine ilişkin doğrudan söz söyleme hakları var mı?
Peki adaletli geçişte bizim gibi ülkeler daha az adalete mi razı olsak? Küresel güneyin iklim krizinden en çok etkilenen ama karbon emisyonu yok denecek kadar az olan Afrikalı ya da Asyalı insanlar ne olacak? Ekim ayında Türkiye Paris Anlaşması’na onay vermesiyle birlikte Resmi Gazete’de yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın ismi ‘Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’ olarak değiştirildi. Uluslararası anlamda ticaret yapmak için de yeni karbon hesaplamaları gündeme geldi. Bu doğrultuda Yeşil Mutabakat Eylem Planı hazırlanıyor. Ancak geçmişte Küresel Kuzeyin bacasız sanayi denilen servis ve turizm endüstrisine geçip küresel güneye de yabancı yatırımları teşvik adı altında dayatılan madencilik gibi faaliyetlerle doğa talanına yol açtığını sanırım özellikle son 20 yıldır ülkemizde de görüyoruz. Elbette her şeyi küreselliğe bağlamak doğru değil. Merkezi ve yerel hükümetlerin de bunda payı fazla. Şimdi bu yağmalanan doğal yaşam alanları Yeşil Mutabakattan nasıl pay alacak? Faaliyetler durdurulup restorasyona gidilecek mi? Daha geçen hafta Aydın’ın Çine ilçesine bağlı Topçam köyünde Maden ocağına direnen Coşkun ailesine yapılan silahlı saldırı hala gündemimizde. Doğa savunucuları ikinci bir Büyüknohutçu felaketi olmasın diye çaba sarf ediyor. Antalya’da taş ocağına direnen bir çift madencilerin kiralık katili tarafından öldürüldüğü öne sürülüyor. Anadolu’da böylesine canı pahasına yaşam alanlarını savunmaya çalışan insanların yaşamında nefes alma yaratılacak mı?
Yoksa madenlerde montaj sanayiyle  parsellenmiş, betonlaşma ve inşaat sektörüyle verimli topraklarda besin değeri uygun gıda yetiştirmek yerine beton binaların ‘yetiştiği’ alanlar çoğalacak mı? 
Küresel Avrupa kömürden vazgeçmişken bizde hala termik santraller inşa ediliyor. Muğla’da olanlar gibi var olanların ömrü 25 yıl daha uzatılsın diye yatırımlar yapılıyor. Bu demektir ki daha fazla hava kirliliği, daha fazla karbon emisyonu ve daha fazla yaşam alanlarına saldırı.
Kısacası Yeşil Mutabakata uyma yeni bir çifte standart olmaması için uyanık olmalıyız.


Bu yazı ilk olarak 18 Kasım 2019 tarihinde Sivil Sayfalar da yayınlanmıştır.
https://www.sivilsayfalar.org/2021/12/27/iklim-adaletlinden-adaletli-gecise/

Orman yalnızca yeşil, yalnızca kömür üretilecek bir ham madde alanı değildir. Orman canlı bir ekosistemdir! Hem de kendi diyalektik ve felsefesi olan. Yüzyıllarca birikimi olan, hocaların hocasıdır. Bütünlükçü canlı bir yapıdır. Örneğin, doğanın parçası olduğumuzu ondan öğreniriz. Döngülerini yaşamımızda uygulamaya çalışırız. Doğal ve insan eliyle gerçekleşen afetlerden en az etkilenmek için onun örüntülerini model alırız. Sistemler ve yapılar tasarlarız.

Milas’ın İkizköylüleri dört yıldır sürdürdüğü haklı yaşam mücadelesine daha da derinden hançer yedi!

24 Temmuz sabahı erken saatlerde, beşli çeteden Limak’ın kesim ekipleri, jandarma ve TOMA’lar eşliğinde Akbelen Ormanı’na girip ağaç kesim işlemine başladı. Gerekçe, ekonomik ömrünü tamamlamış Kemerköy ve Yeniköy kömürlü termik santralleri için ham madde sağlamak!

İkizköylüler, uzun süredir verdikleri hukuk mücadelesiyle ve son iki yıldır da bizzat 24 saat nöbet tutarak 740 dönümlük Akbelen Ormanı’nı korumaya çalışıyorlar. Türkiye ekolojisi açısından kalan bu neredeyse tek yerel kızılçam dokusunun korunmasının neden hayati önem taşıdığını ekolojistler açıklamıştı: “Akbelen, bölgenin yağmur toplama havzasıdır. Köylüler topraklarını satmasa bile su varlıkları ortadan kalktığında bu arazilerde tarım yapma imkânı da ortadan kalkacak.”[1] Bilindiği gibi Milas zeytini, kalitesiyle Avrupa çapında coğrafi işaret almayı hak etmiş durumda. Kesilmek istenen ormanlık alanın bir kısmı da zeytinlik. Zeytin ise köylülerin başlıca geçim kaynağı.

Akbelen’in gönüllü avukatı İsmail Hakkı Atal ise orman içinde 88 bin dönüm tarım alanı ve ormanın arkasında 200 bin dönüm (ay yüzeyi gibi hiçbir canlılık emaresi taşımayan) eski kömür sahası olduğunu belirtiyor.

Orman canlı bir ekosistemdir

Akbelen’e yönelik saldırıyla aynı gün Milas, Kısırkaya’da saatlerce süren ve güçlükle kontrol altına alınan bir orman yangını çıktı. Karşımızdaki Rodos Adası ise neredeyse bir haftadır yanıyor. Özellikle bu küresel iklim krizi döneminde ormanların artırılması gerekirken yok edilmesinin yaşamsal hatalarını açıklamaya çalışalım:

Orman yalnızca yeşil, yalnızca kömür üretilecek bir ham madde alanı değildir. Orman canlı bir ekosistemdir! Hem de kendi diyalektik ve felsefesi olan. Yüzyıllarca birikimi olan, hocaların hocasıdır. Bütünlükçü canlı bir yapıdır. Örneğin, doğanın parçası olduğumuzu ondan öğreniriz. Döngülerini yaşamımızda uygulamaya çalışırız. Doğal ve insan eliyle gerçekleşen afetlerden en az etkilenmek için onun örüntülerini model alırız. Sistemler ve yapılar tasarlarız.

Orman biyoçeşitlilik kaynağıdır. Hani şu Covid-19 döneminde sıkça duyduğumuz “Biyoçeşitlilik kaybı nedeniyle salgınlar peşi sıra gelebilir” diye kuvvetli bir öngörü var/dı. Koronavirüs sonrası bir dizi Batılı ülke, özellikle yerel ormanlarını çoğaltma stratejilerini hızla yürürlüğe koydu. Bunun yanında yerel endemiklere dayanan bir orman yaratmak neredeyse imkânsız. Taklitlerini yaratmak ise yüzlerce yıl alıyor; tahrip edilen bir yeryüzü parçası birkaç yıl sonunda otçul, daha sonra çalılık, sonra bodur ağaçlar vb. neredeyse 200 yıl gerekiyor. Köknar, ladin, kayın, sedir gibi nadide yüksek ağaçlar bu sürecin sonlarına doğru oluşuyor. Bu duruma ekosistemde ardıllık diyoruz.

Elbette insan eliyle bu ardıllığı hızlandırmak mümkün ama dediğim gibi yine taklit bir süreç izliyoruz. Bu süreçte araya destek türleri (yerel ekosistemin nasıl işlediğini göz önüne alarak) katalizör olarak koymak olasıdır. Ancak neresinden bakarsanız bakın canlı bir ekosistem yaratma en hızlı bir çabayla 50 yıl alır. Üstelik ekonomik ve emek olarak çok gider ve enerji gerektirir. Dolayısıyla var olanı koruma her yönden gerekli ve elzemdir. Hatta onlar, yeni yaratacağımız yerel ormanlar için maya niteliğindedir. Zaten bölüklü orman sistemini dikkate alırsak bu maya yurdumuzda oldukça az kalmıştır. İşte Akbelen Ormanı da o maya alanlardan biridir.

Gittiğimde direniş çadırları alanındaki en az 150 yıllık o kızılçam ağaçları bana hep bunu düşündürmüştür. Bugünlerde yüreğim yanıyor. Ağustos böcekleriyle, kurdu kuşu, lalesi papatyasıyla gece gündüz bizimle konuşan ormanın her nüvesi acı çekiyor. Biz de acı çekiyoruz.

Orman aynı zamanda bir gıda deposudur

Yabanıl alanlar sadece bizim meditatif alanlarımız değildir. Aynı zamanda adeta bizim şifa bohçamızdır. Dolayısıyla oraları toplayıcılar çok önemser. Toplayıcıların çoğu kadın olduğundan hareket içinde kadınların neden çok kararlı ve ön planda olduğu anlaşılabilir. Yalnızca zeytin değil, Ahlat armudundan kuzukulağına, yabani balından menengiç tohumuna orman aynı zamanda bir gıda deposudur. Hem de en besleyici ve şifalı türünden…

Ormanlar yalnızca ısı adalarını azaltan karbon yutakları olmanın yanında serinlediğimiz yerler ve su kaynağımız da değildir. Onun ötesinde, toprağın altında bir dünya vardır. Akdeniz’in en kurak bölgelerinden biri Güney Portekiz’de kurulan Tamera ekoköyünden Çin’in kuraklıkla boğuşan tarihi Loess Platosu ekorestorasyon projelerinden alınacak çok ders vardır. Ekosistem restorasyonunda dahi kalan her kök bizim için korunması gereken yaşam nüveleridir.

Ormanlarla etkileşim içinde olan yabani hayvanları, kurdu kuşu da unutmayalım. Onlar ormana yenilenme ve ivme kazandırır. Hatta ABD’nin Yellowstone Ulusal Parkı’nın restorasyonu sırasında Kanada’dan kurtlar getirildiğini ve Çernobil’in radyasyonla yoğun etkilenen kırmızı ormanının kurtlarla sağaltıldığını anımsayalım. Sürüngenler, kemiriciler, köstebekler, böcekler sağlıklı bir ekosistem için olmazsa olmazlarımızdır.

200 yıllık yerel bir orman olan Akbelen, kesim sırasında yalnızca sincapları, kuşları, kelebekleri, arıları, köstebekleri, kurtları, ceylanlarıyla acı çekmiyor. Aynı zamanda ormanı iki yıldır gece gündüz korumaya çalışan köylü kadınların ağıtlarıyla da inliyor. Sermaye uğruna asıl can damarlarımızı, üstelik bu kaynar sıcak temmuz günlerinde kesenler neye hizmet ediyor dersiniz?

NOT: Bu yazı ilk olarak 26 Temmuz 2023’te Bianet’de yayınlanmıştır.

Dipnot:

[1] Ekoloji Birliği, “Akbelen Ormanı neden çok önemli, halk neden direniyor?“, 12 Ağustos 2021.

Su politiktir

Emet Değirmenci

Ekosistemde her canlının geleceği birbirine bağlı olduğuna göre yerel ve küresel su politikaları da birbirine bağlıdır.

Yaklaşan Sevgililer Günü’nde elinizdeki gülle susuzluğu düşünün!

Yeni yılın ilk günlerinde susuzluk haberlerini ciddiye almamız gerektiğini anladık. Türkiye’nin en büyük buzullarından Hakkari Cilo dağlarında bulunan 2 milyon yıllık buzul da küresel ısınmadan nasibini almaya başladı.  NASA iklim verileri, Türkiye’nin bu yaz ciddi bir kuraklıkla yüz yüze olduğu haberini veriyor.

Konuyu yerel olduğu kadar küresel gerçeklikle de ele almamız gerekiyor. Geçenlerde çıkan Serap Çakalır‘ın Başka Dünya Mümkün Mü? kitabındaki Kenya’da yetiştirilen gül ve yaklaşan Sevgililer Günü metaforlarını birleştirmek istedim. Sevgililer günü  küresel düzeyde ticari günlerden biri. Ancak sevginin ifadesi olarak görülen gülün değişik anlamları mevcut. Sapının uzun ya da kısa olması, rengi ve sunuş biçimi vb anlamları kültürden kültüre değişebiliyor. Örneğin Ekmek ve Gül emeği ve işçi sınıfı odaklı bir mücadeleyi çağrıştırırken, dikenli kırmızı gül fransız devrimini anımsatıyor. Şimdi biz gülümüzün suyu nereden geliyor derdindeyiz.

Kenya’nın gülü ve suyu

Kenya’dan Türkiye’ye çiçek  ithalatı olduğunu biliyor muydunuz? Kenya tarımsal ürün olarak bahçe bitkileri üretimine önem vermiş. Bu bitkilerin sulanması özellikle yazın ülkenin en önemli içme suyu ihtiyacı karşılanan bir gölden sağlanıyormuş. Kısacası sevgilinizin size aldığı gülün nereden geldiğini ve nasıl yetiştirildiğini soruverin bakalım. Burada yalnızca eril kişiye değil sorum, hepimize.

‘Başka Dünya Mümkün Mü?’ kitabının girişinden bir alıntıyla devam edersek, Süs Bitkileri İhracatçılar Birliği Başkanı Osman Bağdatlıoğlu, Türkiye’deki çiçek üretimini Kenya’nınkiyle karşılaştırarak, “Türkiye’nin çiçek ihracatında rakibi Kenya ile beş yıl önce aynı seviyede idik. Kenya’nın şimdi 1 milyar dolarlık çiçek ihracatı var. Kenya devleti gerekli teşvikleri vermiş. Süs bitkileri sektörü az yatırımla çok işçi çalıştırabiliyor” diyor.

Bu demektir ki bize göre daha ucuz iş gücü ve hammadde kaynağı olan Kenya’ya gitmeyi tercih etmiş hükümetimiz. Peki biz o gülün kokusunu içimize çekerken ve estetiğini seyrederken Kenyalı kaç kişinin  içme suyunu çalmalarına alet olduğumuzu fark ediyor muyuz?

Kısacası bir mamul maddenin/ bitkinin elimize ulaşana kadarki çabanın (ki buna gömülü enerji diyoruz) etiği, ekolojik ayak izinde en önemli noktayı teşkil etmelidir. Ekolojik ayak izi genel anlamıyla belirli bir nüfusun üretim ve tüketim faaliyetleri sonucu doğa üzerinde bıraktığı yükü hesaplamak ve ekosisteme ne kadar geri kazandırması gerektiğini belirleyebilmek için geliştirilmiş bir yöntemdir. Ancak yukarıda belirttiğimiz Kenyalı çocuğun içme suyunu neden çaldığımızı sorgulatmaz. Her şey bir enerji ve su mamülü olduğuna göre kullandıklarımızı ve yediğimiz içtiğimizin etik olması yurttaşlık bilinci gereği sorumluluğumuzdur.

Suyu kullanmak varlığımızın yansıması

Su konusu 20 yılı aşan ekolojik uğraşlarımın odak noktasını oluşturuyor diyebilirim. Yaşadığım başka ülkelerde de özellikle yapılı alanlara su gözüyle bakmaya çalıştım. Kurak alan bitki ve ağaçlarına tutkum olduğu kadar, arazi bazlı su tutma ve yağmur suyu hasadı uygulamalarına da tutkuluyum. Çünkü suyu nasıl kullandığımız ona nasıl davrandığımız varlığımızın yansımasıdır… Suyun hafızası olduğuna inanıyorum. O hafıza da insanların yaşadığı alanlara yansıyor zaten… Bu gidişle dünyada öngördüğümüz ‘su savaşları’ çok daha erken başlayabilir. Sizi yeraltı su tabakasının akiferi nasıl besleyebileceğimizi olabildiğince detaylı kafa yormaya davet ediyorum. Çünkü hayat orada.

Akiferi beslemek

NASA’nın uzaydan aldığı verilere göre, akiferin sadece seviyesinin düşmesi önem taşımıyor. Aynı zamanda yerçekimi nedeniyle üstteki tabakaların kuruluğuna da dikkat çekiliyor [Gravity Recovery and Climate Experiment Follow On (GRACE-FO)].  2019 yılında Avustralya’da aylarca söndürülemeyen yangınları anımsayalım. O sırada Avustralya’da yangınların ortasında idim diyebilirim. Bir dizi korku hikayeleri duydum ve yaşadım. Ekonomisi madenciliğe dayalı ‘gelişmiş’ bir ülkenin vahametini aylarca yaşadık. İklim değişimine uygun stratejiler geliştirmeyen hükümet politikalarını eleştirdiğim bir yazı da kaleme almıştım. 

Ağustos 2020’de yayımlanan bir BBC Türkçe haberine göre, sondaj yaparak yeraltı sularına yönelinmesi sonucu toplam alanı Van Gölü’nün üç katı büyüklüğünde 60 göl kurutuldu. Diğer kalan göller de kuruma tehlikesi altında. Madencilik ise yeraltı suyunu en fazla çeken endüstri olarak biliniyor. Türkiye’de alınan binlerce ruhsata ek olarak korona dönemindeki şeffaf olmayan yapılar ve belirsizlik döneminde daha kaç yeni madene izin verildi tam olarak biliyor muyuz?

Yapılı çevre dediğimiz insan yerleşimlerinin olacağı yerlerde ilk olarak su konusu göz önünde bulundurulmalı. Oysa Türkiye’de karayollarının  geçtiği her yer yapılaşmaya, bir başka deyişle betonlaşmaya açılmış görünüyor.  Betonların suyu çekip akifere ulaştıramadığı ortada. Tam aksine toprağın kirliliği filtre etmesi  sağlanmadığından kimyasal ve zehirleri içeren su denizlere ve okyanuslara ulaşıyor. Bu da denizlerdeki asit oranının artması ve biyoçeşitliliğin katli demek anlamına geliyor. Elbette bu noktada endüstri kirliliği yanında tarım ve hayvancılıkta kullanılan kimyasallar ve zehirleri de göz önünde bulundurmalıyız. İşte Avustralya’da dünyanın sekizinci harikası olarak bilinen Great Barrier Rif böyle can çekişir hale getirildi. Bizde ise Tuz gölü, Beyşehir gölü vb…

Dünyanın en güzel su depoları dağlardır. Yalnızca ormanlık alanlar olarak yağmuru daha çok çekmesi itibariyle değil. Aynı zamanda biriken kar yavaş yavaş erir. Bitkilerin kökleri vasıtasıyla yerin değişik katmanlarında su depolanır. Akıllıca yerel  uygulamalarla ekosistemin onarımını sağlamak mümkün. Bunlardan biri beton yüzeyleri olabildiğince azaltıp geçirimli yüzeyler yapmak. ABD’nin bir dizi eyaletinde yağmur suyu hasadı yapana teşvik olduğu gibi kamusal alanlardaki betonlar sökülerek geçirimli yüzeyler yapılmaya 2009’dan itibaren başlandı.

İklim değişimiyle artan kuraklık ve su kıtlığı nedeniyle dünyanın en kurak çöllerinde dahi çiğ hasadı yapılabilen geleneksel yöntemler var. Biyomimikri dediğimiz doğal canlı yapıların ilmeyiş biçimlerinden esinlenilerek su hasadı yapma ve suyu sistemde birkaç kez döndürmek de mümkün.

Yağmur suyu hasadı ve yerel yönetimler

Yağmur suyu hasadı hakkında Çaycuma ve Ankara belediyelerin ciddi adım attığı haberlerini aldık. Ancak bu durum tarım ve hayvancılıkta ve en önemlisi endüstride ciddi tedbir olarak göz önüne alındığında etkili olabilir. Hatta endüstrinin kirletici ve zehirleriyle toprağın tuzlanmasını da önleyecek yöntemlere hemen başlanmalı.

Olası bir yerleşim yeri planlarken ilk kriterin su gözüyle bakmak olduğunu bir kez daha tekrarlayalım. Çünkü su olmadan hayat olmuyor. Ancak eski uygarlıkların doğa şekillerine göre havza modeliyle su ve gıda gereksinimlerini karşıladıklarını görüyoruz. Kariya, Likya Mezopotamya medeniyetlerini göz önüne alalım…  100km ötedeki suya göz dikenler oluş mu? O zaman teknoloji bu denli gelişmiş olsaydı yine de göz dikerler miydi orası elbette insan merkezli mantık çerçevesinde tartışılabilir. Ancak şu bir gerçek ki yereli canlandırabildiğimiz sürece var olabileceğiz ortada.  Kaliforniya’nın Santa Kuruz kasabası neredeyse çöl iklimine sahiptir. Ancak su  konusuna kafa yoran ekolojistler yerel yönetimle birlikte çalışarak yağmur suyu hasadıyla suyu alanda emdirip gezdirerek suya doygun hale getiren bir örnek yarattılar. Brad Lancester bu konunun liderlerinden.

Hasankeyf ve Nil nehri kenarında kurulan  uygarlıklar o nehrin o dağ ve vadilerin şekline göre şekillendirilmiş… Kısacası insanı doğaya uydurmaya çalışmışlar. Doğayı insana göre şekillendirmemişler. Ancak günümüzün doğaya nesne gözüyle bakan insan merkezli yaşamı böyle değil. Örneğin Bodrum’daki yarı kurak Akdeniz ikliminde golf sahasının ne işi var?  O golf sahasının yanındaki köyler, yeraltı sularının seviyesinin hızla azalmaya başladığını belirtiyor.  Sonra Datça gibi en kuru bir yarımadada akiferi besleyen dere yatakları, vadiler sulak alanlar gibi su yutaklarının yapılaşmaya kesinlikle izin verilmemesi lazım. Çünkü oralar aynı zaman da biyoçeşitliliğin habitatlarıdır. Ekolojistler korona virüs gibi hastalıkların en temelde biyoçeşitlilik azaltılmasından kaynaklandığı üzerinde durmakta iken, bu gerçeği görmemek aptallık olacaktır.

Sonuç yerine…

Temiz suya ulaşma her canlının hakkıdır. Suyu metalaştıran kapitalist sistem neredeyse  havayı da tüplerde satma pazarlarını hazırlamış durumda. Derelere vadilere sulak alanlara yapılan evlerin pazarlanmasıyla manzara değil ekosistem hırsızlığı pazarlanıyor. O ev sahiplerine de yaramayacak bir hırsızlık bu. Oysa su en önemli müşterektir.

Öyleyse konuya yerel olduğu kadar küresel etik çerçevesinde bakmamız gerektiği açıktır. Çünkü küresel iklim değişimi gerçeği aynı gökyüzü  altında olduğumuzu kuraklığıyla, sel baskınlarıyla, kıtlıkla tekrar tekrar anımsatıyor. İnsan merkezli düşünce ve sosyal sistemler, ekosistem yıkımlarının ve dolayısıyla biyoçeşitlilik kaybının sorumlusudur. Ekosistemde her canlının geleceği birbirine bağlı olduğuna göre yerel ve küresel su politikaları da birbirine bağlıdır. Su politiktir!

  • Yazı ilk 26 Ocak 2021 de Sivil Sayfalarda yayınlanıp bu hali Yeşil Gazetede ki 6 Şubat, 2021 tarihli versiyonudur.

‘Para ekonomisine dayalı ekonomik büyüme yerine müşterekler yoluyla herkese dağıtılacak refahın  büyütülmesi; eşitlikçiden öte hakkaniyetli ortamlar yaratmamız gerekiyor.’

Türkiye’de ekoloji üzerine yapılan araştırmalar ve yayınlanan eserlerin sayısı son 10 yılda artış gösterdi. Ancak bütün güncel tartışmalara rağmen ekolojik sorunların toplumsal cinsiyet gibi hak mücadeleleri ile çakışma ekseninde yapılan yayınlar, hala çok yetersiz. 25 yıldır dünyanın farklı yerlerinde yaptığı çalışmalarla ekolojik mücadeleye katkı veren yazar/ekofeminist Emet Değirmenci, cinsiyet ve ekoloji sorununa değinen çalışmalarıyla bu alandaki eksikliğin giderilmesine katkı sağlıyor. 2019 yılında Kadınlarla Dayanışma Vakfı (KADAV) ile işbirliği içinde kadın ve ekolojik sorunlar üzerine farklı perspektifleri ve tartışmaları içeren “Doğa ve Kadın: Ekolojik Dönüşümde Feminist Tartışmalar” kitabının editörü Değirmenci ile kitabı ve kadın sorunu ile ekolojik sorunun kesişim noktalarını konuştuk.

***

Aslı Tosuner:  2010 yılında da yine kadınları odağa alan ilham verici bir kitap projesini oluşturup editörlüğünü yapmıştınız. Aradan dokuz yıl geçti ve yeniden bu konuya dair daha kapsamlı bir derleme hazırladınız. İkinci kitabın hazırlanması için motivasyonlarınız neydi ve iki yayın arasındaki farklar nelerdir? Aradan geçen dokuz yılda öne çıkarmaya ve vurgulamaya çalıştığınız konularda önemli değişimler oldu mu?

Emet Değirmenci: Her iki yayın da ekoloji ve kadın odaklı olmasına rağmen arada çok fark olduğunu söyleyebilirim. Birinci kitap sokaktaki kadına dahi hitap edebilecek nitelikteydi. O günden bu yana dediğiniz gibi Türkiye de epey bir bilinç gelişmesi oldu. Dolayısıyla ikinci kitap (Doğa ve Kadın: Ekolojik Dönüşümde Feminist Tartışmalar) ekolojik feminizm neden gerekli konusuna  girip işin felsefesine  ve teorisine de işaret ediyor.

Kitap iki bölüme ayrılıyor. Teorik tartışmaları ele alırsak, ekofeminizm hep özcülük iddiasıyla karşılaşıyor. Bu, ekofeminizme dair yanlış bir anlayış mıdır yoksa ekofeminist yaklaşımların içerisinde özcü ve özcü olmayan iki kanattan söz edebilir miyiz ve elbette sizin yaklaşımınız nedir bu konuda?

Ekofeminizmde kadın ve doğayı özdeşleştiren biyolojik determinist görüş var, evet.  Kadın tanrıçaların gücünden yola çıkıp mitolojiden ilerleyerek kadının erk olduğu anlamda matriarkiyi  geri getirmekle patriarkiye ders verilebileceğini düşünenler var. Kitabı derlerken iki şeye dikkat ettim: İlki antı-kapitalist bir duruşu olması. Bir başka deyişle “kadın neden tüketim toplumun hem öznesi hem de nesnesidir” meselesini sorgulamaya çalıştık. İkinci olarak da  işlediğimiz konular “kadınları nasıl özgürleştirir ve patriarkiyi nasıl sarsar” diye düşündük. Örneğin, kadınların aylık kanamalarında kullanılacak ekolojik petler yalnızca doğaya atık bırakmamakla ilgili değil. Aynı zamanda kadının kendi vücudunu tanıyıp kamusal ve özel alanda vücuduna ve kendine nasıl güvenebileceği, doğal döngüleri utanmadan konuşabileceği, hatta bunu utanılacak hale getiren parriyarkal toplumu eleştirir hale gelebileceğiyle ilgili…

“Kadın üretkenliği, doğurganlığı nedeniyle doğa gibidir” anlayışını ise doğru bulmuyorum. Kitabımız zaten biyolojik determinizm ile görüşlerini net bir şekide  ayırıyor. Evet biyolojimizden gelen farklılıklarımız var ve onlar bizi belli davranışlara yöneltebilir. Fakat neredeyse her şeyin toplumsal  olarak şekillendiğini de göz önünde bulundurmak durumundayız. “Kadın doğa gibidir ne yapacağı belli olmaz” ne demek? Kaldı ki doğa olaylarının dahi belli bir periyodu vardır.

Çok uzun açıklama gerektirebilecek bir konu ama bu durumu açıklamak, duygusal emek kapsamına da giriyor. Kadınların üstünde görünmez emek olarak, adeta kambur olarak taşıdığımız bir durum bu. Bir çatışma varsa kadının ‘doğası gereği’ yumuşak davranması ve çevresini  düşünmesi beklenir. Öyle de yapıyoruz gerçekten. Bu kötü bir şey değil ancak yükün paylaşılması gerekiyor. Patriyarkal toplum erkeği katı ve duygusuz olarak şekillendirirken aynı zamanda özel ve kamusal alanda yaptığı bir dizi etik olmayan şeyin üstünü örtmekten ve görmezden gelmekten yanadır. Oysa kadını patlama noktasına getirecek durumun arkasında yatan neyse, o da duygusal iş bölümü kapsamında  paylaşılmalı. Bu durum erkeğin kendisine de yararlı olabilir. Ayrıcalıklardan yararlanmayı tercih eden erkek öfkemizi artırıyor. Çünkü hem kendilerinin hem de bizim işimizi zorlaştırıyor. Onlara öfkeli olmak da hakkımız! Tabi burada erkek gibi davranan, patriyarkanın değerleriyle hareket eden kadınlar olduğunu da belirtmeliyim. Zaten liberal feminizm bunu destekler niteliktedir. Kadınlar da askere gidebilir vs.

Ekofeminist yaklaşım doğası itibariyle kapitalizme ve onun uzantısı neoliberal politikalara mesafeli durur. Kadın hakları mücadelesi açısından çatışma oluşturabilecek, benim de sık sık tanık olduğum bir konu var. Doğaya dönmek ya da daha ekolojik yaşamak denilince, kadınlar özellikle geçtiğimiz yüzyılda kazandıkları teknolojik temelli bazı konforları kaybetmekten korkuyorlar. Ancak bunlar tüketim kültürünün ve kapitalist üretim biçimlerinin de bir parçası. Ev içi emeği rahatlatan elektronik aletler, kullan-at pedler ve çocuk bezleri vb. modern ürünler, kadınların iş yaşamına dahil olmasını kolaylaştıran araçlar olarak kabul ediliyor. Bu çatışma üzerine sizin düşünceleriniz nelerdir?

Kapitalizm doğayı kaynak deposu olarak görür. Dikkat ederseniz dünya genelinde doğanın yağmalanmaması ve yaşamın savunulması için suyuna, toprağına  tohumuna sahip çıkan çoğunlukla kadınlardır. Yağmalanan doğayı onarmaya yönelik teknik buluşlar erkeğe ait gibi görünse de onların arakasında bir dizi kadının emeği vardır. Görünmez emekten söz ediyorum. Kısacası toplumsal iş bölümünde kadın, öğrenilmiş alışkanlıklar gereği derleyip bir araya getiren, devşirendir. Sofrasına yenebilir otları, şifalı ağaç kabuklarını koyan, yabani balın nerede olabileceğini bilendir. Mezopotamya‘da ilk buğday tohumunu evcilleştirenin, Meksika’da ilk mısır yetiştiren kişinin kadın olduğu dikkate alınırsa tohumu koruyagelen ve kuşaktan kuşağa aktarılmasını sağlayan ve bu bilgeliği taşıyan genelde kadındır. Neoliberal politikaların patentleme ile ellimizden aldığı bu gücümüzü; para ekonomisi değil ekolojik ekonomi kapsamında geri istiyoruz!

Tüketim kültürünün öznesi de nesnesi de kadındır. Ev içi özel alanında satın alınacaklara kadın karar verir gibi görünür. Aslında bu dahi orta sınıf ve belli haklarını elde etmiş, bütçeden evin ihtiyaçlarına göre harcama gücünü elinde bulunduran kadının etkinlik alanıdır. Alt sınıf kadının değil.

Ben primitivist değilim. İnsani ölçekteki teknolojilere taraftarım. Çünkü cinsiyetten bağımsız olarak teknoloji, özgür düşünmemiz için bize zaman kazandırır. Kullan-at petler taraftarı olmadığım için kitabımızda ekolojik pedler üzerinde durduk. Çocuğumu hazır bezlerle değil kendi elimle yıkadığım bezlerle büyüttüm, mamasını dahi atık üretmemek adına hazır satılanlardan almayıp tohumları ezerek kendim yaptım.

Ekofeminizmin erkeklere yüklediği rol nedir? Erkekler bu hareketin neresinde durmalı ve nasıl insiyatif almalılar?

 Erkeklerin ne yapmaları gerektiğiyle ilgilenmiyorum. Biz kadınlar onlara reçete sunamayız. Doğruyu beslerlerse hep birlikte iyiliği büyütürüz. Kendileri karar verecek nerede duracaklarına ve ne yapacaklarına. Yardım sözcüğünün tartışıldığı dönemdeyiz. Eşine (partnerine) yardım etmek ne demek? İşin doğası gereği paylaşılması en doğal beklenti değil midir?

Kentleşme hala ekolojik sorunları üreten en önemli unsurlardan biri. Doğaya dönüp orada bir yaşam kurmak herkesin planlayabildiği ve imkanının olduğu bir proje olamıyor. Ekofeminizm kentte nasıl bir mücadele yürütebilir, kent bu yönde nasıl dönüştürülebilir sizce? Özellikle de kentte kamusal alan daralırken ve eski komşuluk ilişkileri dağılıp insanlar daha bireyselci bir yaşam tarzına geçmişken…

Mekanın diyalektiğine ve ilişkisine kafa yormuş özgürlükçü Marksist Henry Lefebvre kenti geniş bir ekosistem olarak tanımlar. Yapılacak yapılar ve kullanılacak alanlar ona göre tasarlanmalıdır. Kamusal alan kullanımı renk, dil, sınıf, ırk ve cins olarak demokratik ve eşitlikçi olmalıdır. Lefebvre’nin Türkçeye kazandırılmış Kentsel Devrim, Şehir Hakkı gibi güzel kitapları var.

Çıkardığımız kitaba da Nur Elçik’in kaleme aldığı “Kentli Kadının Ekofeminizmi” başlıklı bir makale aldık. Kentli  kadın çocuğunun, ailesinin, partnerinin sağlık sorunları nedeniyle en çok gerçek ve sağlıklı gıdaya odaklanmış durumda. Ancak hangi kentli kadın ekolojik pazarlara ulaşabiliyor, asıl sorun burada.

Kamusal alanları geri kazanmak için çaba sarf etmeliyiz. Çünkü kadını görünür kılan yerler buraları.  Elbette, bu alanların ne kadar kadın dostu olduğu önemli bir parametre. Bugün Ege köylerinde dahi hala kadın vücudunu küçülterek köy meydanından hızla geçmek zorunda kalabiliyor. Adam kahvede onun acizliğini seyrederken, onu tahakküm altına almanın zevkiyle keyifle çayını yudumlayıp sigarasının dumanını savuruyor. Ev zaten erkek için dinlenme yeridir. Kamusal alanda vücuduna diline eline beline dikkat etmek zorunda bırakılan kadındır.  Geçenlerde  ‘mor cepken’ hikayesini duydum. 1900’lerin başlarında Efelerin cepken yeleği gibi kadınlara da evlenirken sandıklarına bir mor cepken konurmuş. Kadın kocasıyla çözemediği bir sorun yaşarsa, mor cepkeni giyip köy meydanına otururmuş.  Onu üzgün ve öfkeli görenler gelip sorunu anlamaya ve çözüme yardımcı olmaya çalışırlarmış. Öyle sanıyorum ki bu vesile ile köyün kadınları da o kamusal alana çıkabiliyordu.  Belki de bunlar Ege’nin Efe kadınlarıydı, yani kadın haklarının Osmanlı döneminde temelini atanlar… Çoğu kişi  Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk’ün haklarını verdiğini düşünür, ancak bunun arkasında belki de 200 yıla dayanan bir kadın örgütlenmesi vardır.  Bu bağlamda Serpil Çakır’ın Osmanlıda Kadın Hareketi  kitabı çok değerlidir.

 Yeni kitabınızda “Ekolojik Feminizm Penceresinden Büyümeme (Degrowth) Ekonomisine Bir Bakış” başlıklı bir yazınız var. Büyümeme ekonomisi tam olarak ne anlama geliyor ve bu yaklaşımı ekofeminist bir perspektifle nasıl birleştiririz? 

 Elbette burada büyümeme hakkında feminist ekonomiye de değinmek gerekiyor. Para ekonomisine dayalı ekonomik büyüme yerine müşterekler yoluyla herkese dağıtılacak refahın  büyütülmesi gerekiyor. Bu, belki reformcu bir yaklaşım gibi görünebilir ama eşitlikçiden öte hakkaniyetli ortamlar yaratmamız gerekiyor.

Büyümeme daha çok gelişmiş ülkelerin gerçeği diyenler olabilir. Ancak gelişmiş ya da geri kalmış olsun kapitalizm eleştirisi de bir ekonomik büyümeme ve adalet vurgusuna dayanır. Ben yazımda daha çok kadının tüketim toplumunun (kapitalizmin) feodal dönemdeki arazi çevirmelerinden itibaren patriyarkada nasıl nesne olarak göründüğünü anlatmaya çalıştım.  Endüstriyel kapitalist hatta militarist erkek egemen toplumun kullan- at mentalitesi, kadın vücudu ve ruhu üzerinde de tahakküm kuruyor. Sahip olma anlayışı… doğaya hakim olma, alt etme, başa çıkma adeta tecavüz kültürü destekler nitelikte. Tıpkı devasa maden ocakları açarak doğanın canına okumak, barajlarla  nehirlerin suyunu hapsedip ekosistemin canlılığını ve çeşitliliğini öldürmek gibi… Doğayı evcilleştirmek, sivilize etmek, bir kadının vahşiliğiyle başa çıkmakla özdeşleştiriliyor.

  1. yy şairlerinden Henry Vaughan’ın şiiriyle ilerlemek istiyorum:

Teslim aldım doğayı, yarıp geçtim her yerini

Kırdım kimsenin dokunamadığı mühürlerini

Rahmini gögüslerini ve başını

Yani tüm gizlerinin saklı olduğu yerlerini parçalayıp açtım.

(Vanity of Spirit parçasından)

 Ekolojistler genelde, 18’inci yy’ın başlangıcından bugüne; endüstriyel döneme odaklanır. Oysa gerek din, gerek modernleşme ile işin tohumları çok daha önce atılmıştır. Hatta kadına tahakküm; yaşı büyük olanın genç üzerindeki tahakkümü (gerontokrasi), sınıf, ırk gibi en temel hiyeraşik ilişkiler içinde dünyada ilk ortaya çıkan tahakküm ilişkisidir. Neolitik döneme kadar uzanır.

 Kitabın pdf’ine buradan ulaşılabilirsiniz

ekolojik%20d%C3%B6n%C3%BC%C5%9F%C3%BCmde%20feminist%20tart%C4%B1%C5%9Fmalar%20kitap.pdf erişimi için tıklayın


*. Söyleşi ilk Yeşil Gazete de yayınlanmıştır.

https://yesilgazete.org/blog/2020/03/07/emet-degirmenci-ile-ekolojik-donusumde-feminist-tartismalar-asli-tosuner/

E-EldivelGumusluk

SÖYLEŞİ

7 Haziran 2016 tarihinde Ankara Mimarlar Odası‘ndaki sunum sırasında gelen bazı sorular seçilerek  özetlenmiştir.

~~~

Hangi ihtiyaç sizi kent tarımcılığı üzerine çalışmaya itti?

Sağlıklı gıda üretimine dayalı bir yaşam çevresinde sosyalleşmeye önem vermem de bunda büyük etkendir. Kokusunu ve tadını duyumsayarak dostlarla tüketilen bir ürünün mutluluğuna paha biçilebilir mi?

Köyde yetişmiş ve üretimin neredeyse % 90 ını kedi yetiştiren bir alt yapıdan gelerek  14 yaşından sonraki yaşamımı kentlerde geçirirken topraktan kopmama duygu ve düşüncesi ana ekseni oluşturuyor. Stress den kurtulmak için toprağın iyileştirici ve terapisel olgusunu her zaman önemli bulurum.  Daha sonraki yılarda kapitalist endüstriyel tüketim sisteminin alternatifi ne olmalı diye ekoloji temelli bir sorgulama beni toplumsal ekoloji felsefesi ve ilkeleriyle buluşturdu.

Nedir kent tarımcılığı?

Kent tarımcılığıyla kentin gıda ihtiyaçlarının bir kısmı kent içi ve çevresinden karşılanır. Aynı zamanda kentle-kır arasında kopan bağ onarılmaya çalışılır. Başka bir deyişle endüstriyalizmle doğadan koparılan insanın kendi gıdasını yetiştirme odaklı tekrar toprakla buluşması diyebiliriz.

Kent tarımcılığının kulanım alanları nerelerdir?

Bu durum, küçük alanlarda tarım dediğimiz saksı vb minik bir alanda bitki ve toprağın interaksiyomunu anlama olabileceği gibi, balkon ya da bir binanın açıkta olan duvarında dibinde de olabilir. Bunun yanında alanımız toplumsal kent bahçesi gibi kamusal bir alan, ya da kişiye özel lmış bir alanda gıda ormanı veya tarımsal ormancılık faaliyeti de olabilir. Dolayısıyla çatı bahçesinden balkon bahçesine, sitemizin çevresinde dikine alan kullanımdan pencere bahçelerine kadar uzanabilir.

Sizce tarım, doğadan ve topraktan tamamen kopmuş ve yabancılaşmış mıdır?

Endüstri devrimi sonrası üretimin makineleşmesi adeta tüketimi de otomatikleştirdi ve ruhsuzlaştırdı. Üretenler ve tüketim arasındaki bağ koparıldı. İnsanın kendini beslemesi market raflarının cansız ve mekanik atmosferiyle birleşti. Ne yersen oyuz demek doğrudur. Günümüzün ruhsuz ve şiddete eğilimli insanlarında bunun etkisi çok büyüktür. Gıdasınin nereden, hangi koşullarda, kimin emeğiyle nasıl bir toprak ve coğrafyadan geldiğini bilmeyen insan cansız birşeyleri midesine indirmektedir. Oysa endüstri çağı öncesi tarımla uğraşanlar adeta bir zanaatçıydı. Yaratıcılıkları vardı. Yaptığı işin inceliklerini zevkle anlatırlardı. Bunu buğün biraz imece odaklı toplumsal buluşmalarda görebiliriz. Aynı zamanda endüstri öncesini nostaljik bir şekilde anmak istemem. Derebeylik dönemi bir dizi baskının katmerleştiği, sınıflar arsı emrivaki durumlara dayalı, kadının tarım işçisi ve doğuran kölelerden ibaret olark görüldüğü duruma adı ekolojik de olsa geri dönmek istemem.

Tarım neoliberal kapitalist sistemin temel bir bileşeni haline geldi mi?

Kapitalizmin pratiğe yansıyan temel prensibi “büyü ya da öl” şiarıdır. Dünya da 1980lerden itibaren  tarımın şirketleşmesi ve büyük tarım işletmeleri haline gelmesiyle karşı karşıyayız. Oysa Amerika dâhil 1975’lere kadar nüfusun yüzde 75’ini geleneksel küçük aile tarımı besliyordu. Türkiye 80’lerdeki neoliberal politikalara kadar kendi kendini besleyen dünyadaki istisnai ülkelerden biriydi. Şimdi buğdayın dünyaya yayıldığı Mezopotamya coğarafyası dâhil hububatının dikkate değer bir kısmını dışarıdan alır durumunda.

Bildiğiniz gibi Türkiye’de küçük tarım arazilerinin birleştirilmesi sürdürülüyor. Hepsinin altında tarımı büyük şirketlere devretmek olduğunu söyleyebiliriz. Tavuk yumurtasının, et hayvanlarının, buğdayın endüstrileşmesi (ve hatta bazılarının genetiğinin değiştirilmesi) hızla sürüyor. Şirketleşmeyen köylünün yaşaması olanaksız hale gelmiş durumda. Bu yüzden tarımın küresel ölçekte endüstrileştiğini ve kapitalizmin temel bileşeni haline getirildiğini söyleyebiliriz. Köylünün ya da kırda üretim odaklı yaşayanların alternatifi ise bir araya gelip dayanışma kooperatifleri kurması ve kamusal alanlara sahip çıkmasıdır.

Kent tarımcılığı alternatif tarımcılığa örnek olabilir mi?

Geldiğimiz noktada kaybettiğimiz değerleri geri getirmenin adı “alternatif” sözcüğüyle mi tanımlanmalı tam olarak emin değilim. Amerika da 1968 lerde Go Back to the Lands hareketi geliştirilmiş. Türkiye de buna Yeni Köylülük deniyor. Köylü gibi atık üretmeden yaşamak kentlerde de mümkün. Ancak yasakları kısıtlamları kaldırmak gere. Bunu örneğin; benim kısmen yaşadığım ABD nin Seattle kentinde belediye teşvik eder duruma geldi. Yasalar ve uygulamalar yağan yağmuru yeraltına geçiren yüzeyler yaratmadan kentte gıda yetiştirmeye kadar bir dizi değişiklik yapılıyor.  2000 li yıllardan bu yana  kentte adeta bir köylü kültürü yaratılmaya başlandı. Bu vasıtayla sabah tavuk gıdaklaması, öğlen keçi melesi duyabiliyoruz. Ben kentin göbeğinde arıcılık yapıyorum. Benzeri örnekleri Fransa, Almanya, Kanada Avustralya Yeni Zelanda vb ülkelerde de var.

Burada yerele odaklanarak ve “organik” yetiştirerek yalnızca karbon ayak izimizi azaltıp kendim’zi de sağlıklı beslemiyoruz. Aynı zamanda gelecek kuşaklara sağlıklı toprak teslim etmeyi amaçlıyoruz. Organik sözcüğünü tırnak içinde gösterdim. Çünkü eleştirel bakıyorum… Amacımız yalnızca çevreyle ilgili kaygılarımız olmamalı. Yan komşumun kara derili, çingene, trans vb olması da beni ilgilendiriyor. Hekesi eren ve toplumsal boyutu olan bir gıda hareketi gerekli. Kısacası moda olan organik yaşam biçimlerinin ötesine geçmemiz gerekiyor. İşin etik ve toplumsal boyutuyla katılımcılık ve birbirimizin derdine deva olabilmek gerek. Organik sertfikalar ve standartlarla evet toprak ve su belli ölçüde korunuyor ve elbette bu işi oldukça dürüst yapanlar da var. Onlara saygım sonsuz…Fakat organik ürün pahalı ve herkesin ulaşabileceği düzeyde değil. Üstelik bir başka endüstri haline getirilmiş durumda. Ürününü standartlara uygun paketlemedi diye yıllardır ekmeğini topraktan etik yollarla çıkaran çiftçilerin pazardan kovulduğunu duyuyorum. Bu dünyanın her yerinde olabilir. Oysa yerel ve küçük ölçekte karşılıklı güven ilişkisine dayalı bir üretim ve tüketim zinciri önemli. Kendimizi var olan hâkim kültürden (bu noktada organik modasından) net olarak ayırmadıkça ütopyalarımızda yol alamayız.

Kent tarımının kentsel dönüşümdeki yerine de işaret etmemiz gerekiyor. Yurt dışındaki örneklerden yakından izlediklerim var. Hatta parçası olduğum kurulmasında önemli katkım olanlar da var. Örneğin, kentin bir kenar mahallesinde ki; genelde kent tarımıyla uğaraşanlar düşük gelir grubu mensupları ve kentin göbeğinde tarım modernleşmeye karşı kirlilik olarak görüldüğünden kenar mahallere itilir.  Bize yeni Zelanda Wellington Belediyesi de böyle yapmaya çalışmıştı. Oysa sığınmacı ve yeni göçmelrin enteğrasyon projesi olarak ön gördüğüm projede kentin göbeğindeki bir yeri kiralayana kadar üç sene uğraşmak durumunda kalmıştık.  Kenttten uzak görünmez kılınmaya karşı durmakta iki nedenle ısrarcıydık; 1. bu projenin bel kemiği olacak sığınmacı ve yeni göçmen insanarı görünmezlikten çıkarmak 2. Yenebilir peyzayın kentin göbeğinde ve herkesin gözü önünde olması gerektiğne innaıyorduk.  Sınıf, dil, din, cinsel tercih, ırk, etnik kimlik gibi marjinalize edilip ötekileştirilmiş insanların şiddetten uzaklaşması toprakla bütünleşmesiyle mümkün. Üstelik hakim beyaz kültürün çok kültürlülük anlamında bizi tanımasının belediyeye bir dizi faydası da olacaktı.  

Bahçelerin (kent bostanarının ve meyvalığının)   bulunduğu ortamlara hem ruhsal, hem de fiziksel ahenk gelir. Çünkü orada toprak şifa buluyordur. Ama estetiğimize güzelüğümize sahip çıkmazsak her an hakim kesimin alması söz konusudur. Düşünsenize önceden çöplük ve metruk olan, pis kokan bir alanda ayçiçekleri açıp, arılar kelebeker türlü meyva ağaçları çiçekleniyor… Bir süre sonra buranın yurtt profili değişiyor. Mesken fiyatları artmaya başlıyor. Eskiden oranın sahibi olan kara derililer, göçmeler için ekonomik olarak alt sınıf için kafeteryalar restaronlar açılmaya başlıyor. Bu durumda rant peşinde koşan mütehitler oralara göz dikmekte gecikmiyor. İşte size kentsel dönüşüm! Amerikanın Seattle kentinde hala ucundan siyah mahalesi denebilecek bir semtte birkaö yıl yaşadım. Siyah komşularımdan mahallenin adım adım nasıl beyazlaştırıldını (gentrification) çeşitli vesilelerle dinledim. Öğrencileriminde önemli katkılar sunduğu bir dizi toplumsal kent bahçelesinin sökülmesini acıyla izledim. Bunların bir kısmı cadde kenarı yenebilir peyzajlara dönüştülse de toplumun gittiği şenlikler yaptığı kamusal yenebilir peyzajlar yok edilip lbinalar dikidi. Buna önlem olarak insnların bilinçlenip kollektif kooperatif yapılar oluşturması gerekebilir. Burada belediyeye önemli iş düşüyor. O semtteki kira ev daire fiyatlarını regüle etmesi gerek. Elbette neoliberal serbest piyasada ekonomiisnde bunun önüne geçmek mümkün değil. Merkezi yapıdan bağımsız hareket edebilen özgür yerel belediyecilik gerekiyor.

Kent tarımcılığının, tarımı rant kapısı haline getiren iktidarları korkutan bir yanı var mıdır?

Elbette gıda bağımsızlığı çok önemlidir.. Gıdasını kendi yetiştiren insan kapitalizmi korkutur. Amerikan başkanlarında birinin deyişini vardır: “Ülke sınırlarını silahla kontrol altına alabilirsiniz. Ancak gıdasını yetiştiren insanı kontrol altına alamazsınız“. Bu noktada Tohum Takas festivalleri önemli. Dolayısıyla örneğin bir mahalle ölçeğini ele alalım: Anadoluda kökleri olan ve bazı bölgelerimizde hala yaşatılan imece ne güzel bir dayanışma ve yardımlaşmadır… İnsanlar toprağı gıda ekimine hazırlarken bağını budarken etkinlik sırasında yemeğini türküsünü hikayesini paylaşırken birbirinden öğrenir ve eğlenir. Günümüzde gelişmiş sayılan ülkelerdeki soyal izolasyona en iyi yanıttır bu. İnsanlar sosyalleşirken yöreye barış, ahenk, harmoni ve estetik gelir.

Endüstriyalizmin kentleri tüketim odaklı hale getirdiğini ifade etmiştiniz, biraz açar mısınız?

Üretimden kopan insan tüketimin hem öznesi hem de nesnesi haline gelmiş durumadır. Endüstriyalizm bugün topraklarımızı yalnızca monokültürle Genetiği Değiştirilmiş Gıdalarla (GDO) sağlıksız hale getirmedi. Belki GDO’lu ürünle zenginlerin hibrit arabalarına yeşil yakıt sağlanmış olur. Fakat böylece aynı zamanda dünyada besin değeri olmayan gıdalarla beslenmek zorunda bırakılan yeni tür açlık yaratıldı. Buna gıda çölleri (food desert) alanları deniyor. Bu resim gösteriyor ki yaşam kalitemiz yükselmedi. Gıda politikalarıyla bilinçli olarak düşürüldü. Beslenme ihtiyaçlarımız yapay hale getirildi ve gıdasının büyük bir kısmını atık haline getirip çöpe atan bir gıda sistemi yaratıldı.

Öte yandan sınıfsal açıdan bakarsak besin yetersizliğinden hastalığa yakalanan sağlıklı gıdaya ulaşamayan insan sayısı Türkiye de % 20 ve ekonominin sınıflar arası uçurum yaratmasıyla bu rakam gittikçe artıyor. Elbette burada savaş durumu hariç… Bu durumda da endüstriyel tıbbı ve ilaç sanayinin çarkını gittikçe beslemeye yardımcı oluyor. Kısacası gıdasını üreten kişi kendi sağlığına, gelecek nesillerin suyuna, toprağına ve havasına da sahip çıkıyor demektir. İşte yaşam kalitesini yükseltme odaklı kentte gıda üretme burada odaklanıyor.


https://www.evrensel.net/haber/282032/kent-tarimciligi-ile-saglikli-urunlere-ulasmak-mumkun

“Yeşil” Kapitalizm

Fikret Başkaya ile “Yeşil” Kapitalizm ve Çıkış Üzerine Söyleşi*

Açık Gazete’ye teşekkürlerimizle

http://www.acikgazete.com/soylesi/2015/12/08/yesil-kapitalizm-ve-cikis-uzerine.htm

Prof. Dr. Fikret Başkaya, “Doğa ve toplum saldırı ve tehdit altındayken, neoliberalizmin ve teknik bilimin neden olduğu yıkım ortadayken, insanların bu saldırı karşısında sessiz ve tepkisiz kalması eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Ya komünist bir yaşam tesis edilecek ya da insanlığın bir geleceği olmayacak” dedi.

08-12-2015, Salı

Emet Değirmenci Birikim” Dergisi için Fikret Başkaya ile söyleşti.

– Hocam siz kapitalizme ve çıkış yolarına uzun süredir kafa yoruyorsunuz. Bunun yanında ekolojik krize ilişkin gerçekçi vurgular yapan özgürlükçü Marksist’lerdensiniz. Kapitalizmin yeşili kırmızısı olmaz belki ama ekolojik kriz artık kapitalist yatırımcıları dahi epey düşündürür hale geldi. Örneğin, 20 YY’ın sonundan itibaren sigorta şirketleri küresel iklim değişimine ilişkin birçok riski yüklenmekten kaçınır durumda. Bunun yanında kapitalizm karbon emisyolarını indirgeme odaklı bazı adımlar atıyor gibi görünüyor. Bir yandan ABD ve yandaşları hala fosil yakıtlar için dünyanın çeşitli yerlerinde savaş açmaktan ve gerici rejimleri desteklemekten geri durmazken diğer yandan güneş, rüzgar, biyo yakıt gibi doğal enerjilere devasa yatırımlar yapıyorlar. Siz küresel ölçekte tabloyu nasıl görüyorsunuz? 21 YY da kendini yeşilleyen kapitalizm evrimini nasıl sürdürürecek?

– Yıkım o kadar hızlı ve kapsamlı ki, artık görmezlikten gelemezler ama gördükleri ve görmek istedikleri asıl görülmesi gereken değil. 1992-2012 aralığında ‘sürdürülebilir kalkınma’ retoriğiyle işi götürdüler. Aslında bir oxymore olan sürdürülebilir kalkınma retoriği aşınınca, yeni bir şey keşfetmeleri gerekiyordu. Ve “yeşil ekonomi” devreye sokuldu. Aslında sermayenin baronlarının gönlünde yatan söylem de “yeşil ekonomi” değil, “yeşil büyüme”. Yeşil ekonomi daha çok BM çevresindeki, işte Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Programı UNCED, vb gibi kurumların tercihi. Ama bu mesela OECD’nin tercihi değil. Onlar “yesil büyüme”yi tercih ediyorlar. İşin özeti şu: sermaye kendini genişletilmiş ölçekte yeniden üretmek zorunda, aksi halde varlığını sürdüremez, artık burada durayım, bu kadarı yeter demesi mümkün değil. Lâkin patinaj yapıyor, o zaman bu soruna bir çare bulmak gerekiyordu işte “yeşil ekonomi”, daha doğrusu “yeşil büyüme” bu zorunluluğun sonucu olarak peydahlandı. “Esmer ekonominin” yerine, “yeşilini’ ikâme etme çabası söz konusu… Amaç, sermayeye yeni ve daha büyük değerlenme, daha büyük kâr alanları açmak. Diyorlar ki, ekonominin ekolojikleşkesi büyümeye bir fren değil, dolayısıyla “yeşil ekonomiyle” sorunlar aşılır, yoksulluk ortadan kalkar, eşitsizlikler azalır, vb. Hem bunlar sağlanır ve hem de ekolojik riskler, doğal kaynak yetersizliği sorun olmaktan çıkar. Böyle bir söylem ancak kapitalizm, onun temel ‘yasaları’, temel eğilimleri ve dinamiklerinden habersiz olan ahmakları aldatmaya yarar…

Aslında yeşil ekonomi demek, yangına körükle gitmek gibi bir şey. Asıl amaç ekonomik büyümenin gerektirdiği “sınırsız pazar” arayaşına bir çare bulmak… Başka türlü söylersek, doğanın finanslaşması, bu dünyada canlı olan ne varsa metalaştırılması, paralılaştırılması, özelleştirilmesi, özel mülk kategorisine indirgenmesi amaçlanıyor. Gerekçe de evlere şenlik. Özetle deniyor ki, doğa temel hayatî hizmetler üretiyor, işte karbon gazını çekiyor, suyu temizliyor, vb. ama bu hizmetler (işlevler densin) aşınıyor, kötüleşiyor zira bunlardan bedava yararlanılıyor, parayla alınıp satılmıyor… O halde bozulmayı durdurmak, iyileşme sağlamak için bunların metelaştırılmaları, paralılaştırılmaları, özelleştirilmeleri, özel mülk kategorisine dahil edilmeleri gerekir. Velhasıl bu anlayışa göre çözüm özel mülkiyettedir…

Aslında yapılmak istenen, Gezegeni kurtarmak için onu metalaştırma operasyonundan başkası değil. Oysa, tam tersinin yapılması gerekiyor ve kapitalizm dahilinde büyümeyle doğayı koruma hedefi bağdaşır değildir. Asıl amaç bu güne kadar kapitalizmin değerlenme ve etkinlik alanı dışında kalmış ne varsa sürece dahil etmek: işte ‘doğal kaynakları’ özelleştirmek, canlının telif hakkına sahip olmak, toprakları, suyu, havayı, ormanları, biyolojik çeşitlililği, vb. özelleştirmek… Eğer bunlar gercekleşirse, o zaman “etkin ve sorumlu” bir kullanım mümkün olur demek istiyorlar… Oysa işin içinden çıkmak için tam da bunların tersini yapmak gerekiyor. Velhasıl, kapitalizmin mantığı, işleyişi, temel eğilimleri işlemeye devam ettikçe, işlerin daha da sarpa sarması kaçınılmazdır. Dolayısıyla bu sahte söylemi vakitlice red ve mahkûm etmek gerekiyor…


Emet Değirmenci

– Almanya’nın çoğu bölgesinde, ABD’de Kaliforniya eyaleti, hatta Suudi Arabistan’da devasa güneş tarlaları kuruluyor. Hollandalıların ise okyanus içine ektikleri rüzgar tribünleri var. Türkiyede özellikle rüzgar enerji santral yatırımlarında (RESTler) ve hatta temiz enerji adı altında dayatılan (HES ler) ve yapıma başlananan nükleer santraller mevcut. Buna kiEndüstri devriminden bu yana sürekli ‘teknoloji kirletti teknoloji temizleyecek’ umudu pompalanıyor. Buna kirletılen içme suyu havzalarını temizlemek yerine deniz suyunu içilebilir hale getiren teknolojiler vb de ekleyebiliriz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

– Bir kere teknoloji konusunda tam bir aymazlık söz konusu. Çoktan “ileri teknoloji” tutkunluğu bir tür din mertebesine yükseltilmiş durumda. Her kim ki, kapitalizmin ürettiği/ kapitalizmi üreten teknolojileri eleştirmeye kalkarsa, teknoloji düşmanı, dahası uygarlık düşmanı, gerici, karanlıkçı… sayılıp lânetleniyor. Ve teknolojinin mutlaka her sorunu çözeceğine dair de köklü bir kör anlayış yerleşmiş durumda. Eğer gerçekten teknoloji sorunları çözüyor olsaydı, onca teknolojik “ilerlemeden”, onca “teknolojik hârikalardan” sonra insanlık ve uygarlık bu günkü sefil durumda olur muydu, yerlerde sürünür müydü, küresel riskler peydahlanır, insanlığın ve uygarlığın geleceği riske girer miydi? Kapitalizmin ürettiği “ileri teknolojiler” her aşamada emekçi kitlelerin, işte işçilerin, köylülerin, esnafların, velhasıl toplum çoğunluğunun aleyhine sonuçlar doğurdu ve süreç şimdilerde daha da hızlanmış durumda. Bu yüzden yaklaşık son iki yüzyılda “ileri teknolojilerin” kurbanları bu saçmalığa itiraz ettiler. Tâ Luddist hareketinden bu yana itirazlar hiç bir zaman eksik olmadı. Şimdilerde insanlar bir nükleer santral, bir termik santral, bir hava alanı, bir baraj, bir yol ve köprü, bir AVM, vb. yapımına itiraz ettikleri zaman, bunu asla teknoloji karşıtı oldukları için yapmıyorlar, tam tersine zararlılığı ve tehlikesi bariz olan, yaşamlarını ve geleceklerini zora sokan bir tür teknolojiye karşı çıkıyorlar. Doğrusu “temiz enerji” retoriğinin bir karşılığı olduğunu düşünmüyorum. Çokuluslu şirketler kâr neredeyse oradadırlar ve onları ilgilendiren yegane şey kârdır, öyle olunca da güneş enerjisine de, rüzgar tribünlerine de yatırım yaparlar. Dolayısıyla “alternatif enerji” söylemiyle ilgili olarak ihtiyatlı bir tavır geliştirmek gerekiyor. Asıl büyümeyi sorun etmek ve enerji yutucu mevcut durumdan vakitlice çıkmak gerekiyor… Mesela biyoyakıt bir alternatif olarak sunuldu. Oysa agrokarbüranların tam bir yanılsama olduğunun anlaşılması için çok zaman geçmedi… Mesela petrolü etenol’la ikima etmeye kalkılırsa, gıda üretimi için kullanılan topraklar bu amaç için yeterli bile olmaz ama bir de monoprodüksiyonun tahribatı ortaya çıkar… O halde paradigmayı değiştirmek, enerji yutucu olmayan bir üretim modeline geçmek gerekiyor. Aksi halde doğa tahribatının derinleşmesi kaçınılmaz…

– Uygulamaya sokulan ‘temiz enerji’ yatırımlarının genelde merkezi ölçekte olduğunu görüyoruz. Geliştirilen teknoloji hem karmaşık, hem de insani boyutta değil. Bir başka deyişle şarteller bir yerden kapatılırsa yine o bölge/ülke karanlıkta kalacak şekilde planlanıyor. Kullanılan iş gücü ve atıklar ise fakir bölgelere zarar verir durumda. Örneğin, Çin de çocuk ve kadın emeği kullanılarak yapılan güneş panelleri vb. Avrupa ülkelerinin elektronik atıklarının Hindistan’a gönderilmesi gibi örnekler de gösterilebilir. Sıfır Atıklı Kentler ( Zero Waste Cities) inşa etme adı altında atığın bir bölümü tuğla ve yol yapımı gibi şeylerde kullanılıyor. Oysa geri dönüşüm de kullandığı enerjiö su vb dikkate alınırsa karbon ayak izi oldukça fazla. ‘Kullan at, nasıl olsa dönüştürülüyor’ diyor kapitalizm. Böyle bir yeşil gelecek olabilir mi?

– Bir şey üretmek, doğadan bir şeyler çekmekle mümkün ve üretirken de, tüketirken de doğaya bir şeyler atma yani kirletme zorunluluğu var. Bu da demektir ki, kapitalist mantık geçerliyken üretirken de tüketirken de doğayı kirletmek, kaynakları eksiltmek zorunlu. O zaman da sınırsız büyüme ve prodüktivizim sarmalından çıkmak, sorumlu bir yaklaşım geliştirmek gerekiyor ama kapitalizm dahilinde böyle bir şey mümkün değildir.

Kapitalizmin doğaya ve insana zarar vermeden yol alması mümkün değil. Bir de tabii burjuva iktisatçılarının uydurduğu sözde “dışsal ekonomiler” saçmalığını da teşhir etmek gerekiyor. Bu, üretirken insana ve doğaya verilen zararların dikkate alınmaması demek! Oysa aslında “dışarda” kalan bir şey yok. Zira bu sonlu bir dünya ve kaynaklar da sınırlı. Dolayısıyla dışarda kalan bir şey yok. Şimdilerde yıkım daha da büyüdükçe ve görünürlüğü arttıkça, durum biraz daha anlaşılmaya başlandı diyebiliriz. Bu günkü eğilimler ve süreçler yol almaya ve yıkıcı sorunlar ve sonuçlar üretmeye devam ettikçe, “yeşil bir gelecek” mümkün değil ama işlerin daha da sarpa sarma ihtimali, insanlığın ufkunun kararması kaçınılmaz görünüyor… Onun için ne yapıp-edip egemen söylemin dışına çıkıp, bilinci özgürleştirmek gerekiyor. Velhasıl farklı düşünebilmenin, farklı davranabilmenin, farklı yapabilmenin yol ve yöntemlerini keşfetmek gerekiyor ki, bu mümkün.

– İsterseniz teknolojinin gidişatına biraz daha dikkat çekelim: Merkezileşmenin yanında gittikçe otomatikleşme de arttırılıyor. Uzaktan kumanda edilen sistemlerle artık bir yerin sabah, öğle ve akşam iklim verilerine ulaşılabilir durumda. Örneğin, Türkiye ye herhangi bir köyde öğleden sonra yağmur fırtına olacak mi diye yorum yapabiliyorsunuz. Merkezi şekilde uzaktan kumandalı sulama sistemleri olduğu gibi yağmur, kar yağdırma sistemleri ve hatta uzaktan kumandalı savaş sistemleri var. Son yıllarda ise işçisiz fabrikalar, şöförsüz arabalar üç boyutlu yazıcılarla bir yapı tasarlayabiliyorsunuz. Neredeyse fabrikaları yapan da robotik sistemler olacak. Bu bağlamda işçi sınıfı (proletarya) nın yeri ve gücünü nasıl tanımlıyorsunuz?

– Kapitalizm bidayette mükszüzleşmiş-proleterleşmiş bir insan kitlesini var sayıyor. Fakat bir kere süreç yoluna girip-hareket ettikten sonra da mülksüzleştirerek yol alıyor. Her seferinde daha çok insanı mülksüzleştiriyor, proleterleştiriyor, velhasıl insanları üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan mahrum ediyor. Ekseri sanıldığı gibi kaptitalizmde müdemiç (içkin) bu eğilim, sanayi kapitalizminin ilk ortaya çıktığı döneme ait, dolayısıyla geride kalmış bir şey değil. Zaten proleter kavaramı da latince proletarius’dan türeme ve hiç bir şeyi olmayan, çıplak, çulsuz… anlamına geliyor. İkincisi, kapitalizm kutuplaşma üreterek yol alabiliyor. Bunun anlamı, bir tarafta zenginlik birikirken, karşı tarafta yoksulluğun ve sefaletin birikmesi ve bu sadece tek bir ülke dahilinde degil, dünya ölçeğinde de ortaya çıkan bir durum. Üçüncüsü kapitalizm, teknikçi bir üretim tarzı veya uygarlık. Her seferinde daha ileri, daha gelişmiş teknolojileri devreye sokma zorunluluğu var. Tabii teknolojideki her ileri adım, her seferinde daha az işçi kullanmakla, işçiyi makinayla ikâme etmekle sonuçlanıyor. Sonuç itibariyle her teknik ilerleme başta işçi sınıfı olmak üzere, toplum çoğunluğu aleyhine yol alıyor. Aslında kapitalizmin ürettiği ve kapitalizmi üreten teknoloji her seferinde çözdüğünden daha çok sorun yaratıyor ama insanlar yıkılanı değil, yapılanı görüyor. Oysa, modern teknoloji aslında tam bir yıkım, yok etme ve kirletme aracı. Ama bir fetiş mertebesine yükseltilmiş olduğu için insanlar ona toz kondurmaya yanaşmıyor.

İşte deniyor ki, işçi sınıfı artık buharlaştı. Aslında teknik ilerlemeyle her seferinde daha az işçiye ihtiyaç duyulması, düzenli bir işe ve gelire sahip insan sayısının azalması, işçi sınıfının sayısını azaltmıyor… Tam tersine proletarya sürekli büyüyor. Mülksüzleşme ve proleterleşme sürekli artıyor. Teknolojik ilerleme sanayi sektöründe çalışan sayısını azaltıyor ama, hizmet sektöründe ve “iğreti işlerde” (prekarya) çalışanların sayısını büyütüyor. Eğer işçi sınıfı sadece çalışan ve düzenli bir geliri olan kitle sayılırsa o zaman gerçekten bir azalmadan söz edilebilir ama işçi sınıfı dendiğinde mülksüzleşmiş, proleterleşmiş, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan yoksun devasa kitle anlaşılırsa, işçi sınıfının bu gün her zamankinden daha kalabalık olduğu görülecektir…

Sıkıntı, “yeni durumda” kitlelerin örgütlenme ve bilinçlenme konusundaki olumsuzluklardan kaynaklanıyor. Ve bu durumdan küreselleşme birinci derecede sorumlu denebilir. Zira örgütlenmeyi zorlaştırıyor. Bir fikir vermek için, bu gün Türkiye’de 16 milyonun üstünde ücretli çalışan var ama bunların sadece %6’sı bir sendikaya üye (tabii sendikaların niteliğ de ayrı bir tartışma konusu…) ve bu %6’nın toplu iş sözleşmesi (TİS) hakkına sahip olanı %3… Dünyanın her yerinde örgütlülük düzeyi dibe vurmuş durumda. Ama senin de çok iyi bildiğin gibi, çok çeşitli mücadele özneleri ve yöntemleri ortaya çıkmış durumda. Zira saldırı son derecede şiddetli ve kapsamlı. İnsanların bu saldırıya ‘hoş geldin, safa geldin’ demesi mümkün değildi. Saldırının olduğu her yerde karşı saldırı da olmak zoranda… Şahsen teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, işte robotlar ne kadar hârikalar yaratırsa yaratsın, canlı emeğin, yani işçilerin önemli olmaya devam edeceği kesin. Ve nihai bir robotlaşma da mümkün değildir. Kaldı ki bu tür bir ilerlemeyi bir marifet saymak da saçmadır… Eğer bir teknik ilerleme insanı önemsiz/ değersiz hale getiriyorsa, onu bir matah saymanın, yüceltmenin ne âlemi var. Şahsen geçerli süreçlerin ve eğilimlerin insanı insanlıktan çıkırdığı konusunda hiç bir kuşku duymuyorum. Zira robotlar geliştikte insanların da robotlaştığı gözden kaçıyor. Aslında teknoloji bizzat insanı da insanlıktan çıkarmak için yoğun bir çaba içinde… Şimdilerde insanla tekniğin karışımı yeni bir insan “türü” üretme çalışmaları hızla yol alıyor. Amaç “insan ötesi” (post-insan) denilen yeni bir yaratık (süper insan ) üretmek… Ve diyorlar ki, post-insan olmayanlar yaya kalacak zira onlar geleceğin şempanzesi gibi bir şey olacaklar… Bu saçmalığın vakitlice durdurulması gerekiyor. Velhasıl, şahsen vakitlice şu teknoloji çılgınlığından çıkmanın, aklını başına almanın gerekli olduğu bir zamanda olduğumuzu düşünüyorum…

– Kapitalizm önce kirletir sonra temizlemek için ilacını satar bile diyemiyoruz. Herşey birbirine öylesine karışmış durumda ki… Örneğin, Starbucks Adil Ticaret (Fair Trade) kahve satıyor, ABD’nin gıdadan giysiye elektronik eşyadan tarım ilacına kadar geniş ürün yelpazesi olan WALMART organik ürünler sunuyor vb. Etik tüketim yapmak isteyen biri sizce ne yapmalı?

– Senin söylediğinin bir benzeri “helâl gıda” şampiyonluğunda da görülüyor. Bütün bu söylemler kitleleri aldatmaya yönelik çabalar, manipülasyonlar. İnsanlar şeylerin gerçeğine nüfuz etme konusunda yaya kaldıklarında, bu tür saçmalıklar da mümkün hale geliyor. Aslında orada söz konusu olan kelimenin gerçek anlamında tam bir oxymore… Bu tür saçmalıklardan kurtulmanın yolu, ideolojik köleliği aşmakla mümkün. Zira kelimeler ve kavramlar insanları köleleştire de bilir, özgürleştire de bilir… Sanıyorum gerçek entellektüeller böyle şeyler için, böyle zamanlar için gerekli. Şimdilerde eleştirel düşünce zaafı var. Oysa eleştirel düşünce hiç bir zaman bu günkü kadar yakıcı bir gereklilik haline gelmedi… İnsanlar sabahtan akşama kadar ellerindeki bir oyuncakla oynuyor. Sabahtan akşama kadar fotoğraf çekiyor. akşamdan sabaha çektiği resimlere bakıyor… Başını kaldırıp etrafa şöyle bir bakacak halleri yok… Tabii öyle olunca birileri “fair trade” den, başkaları da “helâl gıdadan” söz edebilir ve ediyorlar…

– Tüketim ve onun sonucu olan karbon emisyonlarının hızla artması sonucu biyosferde/ gezegenimizde canlıların yaşamını devam ettirmesi için karbon emisyonlarını 350ppm’ye çekilmeli deniyor. 1980’li Yıllarda tohumu atılan neoliberal politikalarla büyüme adı altında kirli sanayiler yurdumuza taşındı. Dolayısıyla 1990 sonrası hızla artan karbon emisyonu düzeyi bugün 450ppm’e yaklaşıyor. Sonuç olarak geçen kış birçok ilde Avrupa’nın en kirli havası solundu. Kirlilik küresel düzeyde ise çözüm de öyle olmalı. Ama bütünün de parçalardan oluştuğu göz önüne almalıyız. Yerel ve biyo bölgesel ölçekte adım atmak bence çok önemli. 2011 Yılında Dünya iklim Zirvelerinden umudu kesen sağ duyulu kişiler liderlerini ikna ederek Cochabamba da ‘Halkların İklim Konferansı’nı yaptılar. Sizce bölgesel düzeyde bu tür zirveler toplu uyanış sağlayabilir mi? Bir de şunu sormam lazım. Kendini sosyalist tanımlayan ülke liderleri yerli topraklarındaki madenciliği gündeme getiren aktivistlere büyümeyi engelleyen zararlı nüveler olarak tanımladı ve güvenlik güölerini üstlerine saldılar. Sizce büyümeye nasıl bakmalıyız?

– Doğrusu Cochabamba’da “Halkların İklim Konferansı’nın yapılması, 2012’da Rio’da Alternatif Zirve’nin gerçekleşmesi,- muhtemelen gelecek aylarda Pariste yapılacak İklim Konferansında da benzer bir karşı etkinlik güdeme gelecektir- bence son derecede önemli. Böylece olup-bitenlerin teşhir edilmesi, insanların şeylerin gerçeğine dair bilinçlenmeleri olanaklı hale geliyor. Dolayısıyla bu tür çıkışları ve eylemleri umudu büyüten şeyler olarak görüyorum. Senin soruya, yani sadede gelecek olursak, büyümeye dair son derecede rahatsız edici bir genel kabul ve anlayış söz konusu. Sanki bir büyüme tapınısı söz konusu ve büyüme tüm dertlerin devası olarak sunuluyor ve inanılıyor. Bir tür “modern çağın afyonu”…

Öyle olunca da neyin büyüdüğü, nelerin küçüldüğü, büyümenin kimin için ne anlama geldiği, büyümenin neden olduğu devasa insanî, toplumsal ve ekolojik kötülükler bir sorun olarak görülmüyor. Aslında orada söz konusu olan nihai tahlilde sermayenin büyümesi, sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesinden başkası değil… O zaman da etik kaygılar hiç bir şekilde devreye girmiyor. Oysa, her büyümenin sonunda sorunların çözüldüğü filan yok. Her ileri aşamada iki şey oluyor, bir tarafta birileri daha da zenginleşiyor, zenginlik giderek küçülen bir azınlığın elinde toplanıyor, öte taraftada da işssizlik ve yoksulluk artıyor, sefalet derinleşiyor, doğa tahribatı, ekoloik bozulma kritik bir hâl alıyor, üstüne üstlük bir de “anlam kaybı” ortaya çıkıyor… Böyle bir tablo ortaya çıkmışken de büyüme, daha çok büyüme şarkıları ortalığı kapsıyor… Büyümeye karşı çıkmak ‘dinden çıkmakla’ bir görülüyor. Büyüme karşıtı olmak gericilik, karanlıkçılık sayılıp, lânetleniyor.

Oysa ilişki tersliği söz konusu… Nitekim daha çok büyüme olduğu için işler sarpa sarmaya devam ediyor ve üstelik kritik eşiğe hızla yaklaşılıyor. Kapitalizm dahilindeke her büyüme, sorunların çözülmesine değil, daha da büyümesine neden olabilir sadece… Zira asıl amaç refahı sağlamak, yaşamı kolaylaştırmak, güzelleştirmek, yaşama anlam kazındırmak değil, daha çok kâr etmek, daha çok sermaye biriktirmek, topluma, kamuya ait ne varsa özel şahıslar, büyük sermaye grupları tarafından yağmalamak. Tabii yegane amaç, kâr, her seferinde daha çok kâr olunca da, üretilenin, üretim etkiniğinin insani, toplumsal, ekojik “maliyeti” dikkate alınmıyor… Bir de kapitalizm durmayı, kendini sınırlamayı bilmiyor. Başka türlü yapamaz. Aksi halde onca büyümeden sonra dünya ve insanlık bu günkü sefil hallere düşer miydi? Yerlerde sürünür müydü? Bir gezegen riski ortaya çıkar mıydı? Şahsen bu “büyüme dinininin” karşısına vakitlice dikilmek ve o saçma dinden acilen çıkmak gerektiğini düşünüyorum. Aksi halde geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir. Zira son dönemde yıkım iyice dizginlerinden boşalmış durumda. Ama asıl amaç vakitlice kapitalizmden çıkmak olmalı ki, bunun için de “yaratıcı ütopyaya” ihtiyacımız var. Artık bu ataletten kurtulmayı gerektiren bir zamandayız…

– Evet, içinde yaşadığımız gezegenin nehirleri, okyanusu, ormanları ve değişik faunasıyla canlı bir organizma olduğunu düşünürsek sürekli büyüme mümkün değil. Çünkü doğa her ne kadar kendini yenilese de doğal varlıklar tüketim çılgınlığı karşısında sonsuz değil. 2012 Rio Zirvesinden beri (Rio + 20) enerji verimliliği odaklı ‘Yeşil Ekonomi’den söz edilir oldu. Gelecek öngörülerinde Büyüme-Çökme-Adaptasyon görünüyor. Küçülme (Degrowth) kaçınılmaz olduğuna göre bu adaptasyon nasıl olacak?

– Degrowth’u “küçülme” karşılamyor ama “büyümeme” de karşılamıyor. Doğrusu ben aslı Fransızca décroissance olan bu kelimeye Türkçe’de uygun bir karşılık bulabilmiş değilim… Sadede gelirsek, senin de söylediğin gibi, büyümeyi bu günkü tempoda ve yoğunlukta sürdürmek artık mümkün değil. O zaman sınıra ulaşılmış demektir. Daha ötesi duvara toslamak olacak. Böylesi bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıkmışken, bundan nasıl bir “çıkış” ihtimali olabilir? Bence bu durumdan çıkışla iligi üç ihtimal var: 1. Birincisi insanların tüketimlerini bilinçli-gönüllü olarak kısmaları ve üretim sektörünü ‘uyumlanmaya’ zorlamaları. Aslında bu teorik olarak gayet mümkün zira üretim cephesini az sayıda sermaye gurubu oluşturuyor ama bizim taraf belki 7 milyar, insanlığın ezici çoğunluğu yani; 2. İkincisi, devletlerin, siyasi iktidarların zorla tüketimi kısıcı zecri tedbirler alması, işte herkese şundan şu kadar tahsis etmek gibi. Bir bakıma savaş dönemlerinde uygulanan karne usulü gibi… 3, Üçüncüsü, radikal bir devrimle üretim araçlarını sosyalleştirmek ve üretimin yönünü gerçek ihtiyaçlara yönlendirmek, israfa son vermek. Şahsen bunların her üçünün de ihtimal dahilinde olduğunu düşünüyorum. Fakat birinci ihtimalin daha zayıf bir ihtimal olduğunu söyleyebilirim. En azından bu günkü manzara öyle görünüyor.

Tabii en arzulananı bir sosyal/politik/etik devrimle aracı rayına oturtmak olabilir ama bir sosyal devrimin maddi koşulları çoktan oluşmuş olsa da, maalesef bir yaratıcı ütopya zaafı var. Fakat gerçek şu ki, durum daha uzun süre ertelenebilir değil. Zira yangın yakında ve hızla ilerliyor… Ama yangına dair üç tür algıdan söz edilebilir. En geniş kitle yangının varlığından habersiz, en azından şu anda durum bu; ikinci bir grup yangından haberdar ama “daha bana gelene kadar hayli zaman var” diyor. Bir bakıma ‘benden sonra tûfan” zihtiyeti, bir de senin benim gibi yangın var, hızla ilerliyor diye çığlık atan küçük bir azınlık var… Elbette bunu söylemek bu hep böyle gider anlamında değil… Nitekim algı hızla değişebilir de…

– Üretim ilişkileri açısından da bakarsak örneğin, Hegel ve Spinoza üretim ilişkileri sonsuzdur derken neyi kastetmiştir?

– Bu iki filozofun bunu hangi bağlamda söylediklerini hatırlamıyorum ama şu kadarını söyleyebiliriz: Batı düşüncesinde insan-doğa karşıtlığı veya ikiliği geçerli. Başka türlü söylersek, insan-merkezli (anthropocentriste) bir anlayış var. Yani insan toplumu doğanın bir parçası, bir bileşeni sayılmıyor. Ondan ayrı üstelik ona hasım bir şey olarak görülüyor… Gerçi bu anlayışın kökleri Hristiyanlık’ta ( Eski Ahitte) var ama asıl Aydınlanma çağında, aydınlanma filozofları tarafından formüle ediliyor. Aslında yüz yüze gelinen durumun gerisinde doğaya yönelik bu insan-merkezli yaklaşım var. Hegel ve Spinoza, aydınlık dönemi filozofları olarak o tür bir yaklaşım içinde olmaları şaşırtıcı olmaz…

– Bilmiyorum adına yine de ekonomi demek lazım mı…büyünme değil yetinme ekonomisi dersek yaşam kalitesini yeniden tanımlamalıyız gibime geliyor. Temiz hava, toprak, su ve besin değeri olan gıda da satın alma gücü olmayan insanlar alımlarını sınırlamak durumunda olsalar bile kapitalizm herşeyin taklidini yaparak pazara sunmaya devam ediyor. Tibet’den Kaçkar yaylalarına kadar herkes televizyon seyrediyor ve orada gördüğünü taklit de olsa istiyor. Burada AKP hükümetiyle kişi başına en fazla AVM (tüketim sarayı) düşen ülke olduğumuzu anımsayalım. Ekoloji dilinde gönüllü sadelik dediğimiz tüketimi gönüllü azaltmaktan söz edersek büyümeye nasıl dur diyeceğiz? Kültürel Antropojist Margaret Mead’in deyişiyle ‘dünyayı değiştiren küçük sayıda insan’ olsa da kitlesel halde sürekli olarak satın almaya Dur deme ancak ekonomik zorluk dönemlerinde görünüyor. Örneğin, son yıllarda Çin’den sonra en çok bisiklet satılan ülkeler Yunanistan ve İspanya olmuş. Bu gönüllü sadelik durumuna insanları nasıl ikna edeceğiz?

– Şahsen hayli zamandan beri “gönüllü yetingenlik” tercihi yapmış ve öyle yaşamaya çalışan biri olarak, şu tüketim çılgınlığından son derece rahatsızım. İğreniyorum desem yalan olmaz. Zira saçmalık katlanılır gibi değil, tam bir kepazelik halini almış durumda… Fakat sorun biraz derinlerde, burjuva uygarlığı maddi zenginliği yüceltiyor, ne kadar tüketim o kadar refah/mutluluk yanılsamasını kafalara sokmak için her yolu deniyor. Maalesef bu konuda başarılı olduğu da ortada. Margaret Mead’in söylediği doğru, zira zorunluluk kendini dayatınca, geriye zorunluluğun gereğini yapmaktan başka çare kalmaz. Araba alamıyorsa, bisiklet alır, onu da alamıyorsa yürür… İnsanlar et/balık satın alamaz hale gelince ondan vazgeçer, onu yerine makarna/pirinç almak zorunda kalır. Oysa, tüketim rezaletinin ortaya çıkardığı sonuç ortadayken insanlar pekâlâ sorumlu bir davranış da ortaya koyabilirler. Böyle bir şey imkânsız değil ama ne yazık ki, gerçekleşmesi çok zor görünüyor.

Fakat bir yanlışa, bir yöntem hatasına da düşmemek gerekiyor. Neden hep tüketim sorun ediliyor da işin asıl kaynağı olan üretim cephesi nerdeyse hiç sorun edilmiyor, gündeme getirilmiyor? Galiba orada bir ‘otosansür” söz konusu. Aslında yıkım sadece tüketimin sonucu değil ki, asıl üretimin sonucu… Dar bir küresel oligarşi dünyayı yağmalarken, yok ederken, üretimi, ve özel mülkiyeti sorun etmeden hiç bir sorun gerektiği gibi tartışılamaz ve bir çözüme de kavuşturulamaz. Bir kere topluma (socium’a) ait olanın ona iade edilmesi gerekir, gasbedilenin hırsızdan alınıp asıl sahiplerine idade edilmesi, yanlışın, haksızlığın düzeltilmesi gerekir. Şimdi, bu dünyada 67 ailenin serveti 3.5 milyar insanın gelirine eşit olacak da ve bu skandal da sorun edilmeyecek! Bu büyük saçmalık sorun edilmediği sürece, yapılan tartışmaların bir anlamı, bir değeri olabilir mi? Şahsen şeylerin adıyla çağrılmasının son derecede önemli olduğunu düşünüyorum. Aksi halde havanda su dövmek kaçılımaz…

– Bize okullarda ‘Dünyanın kaynakları sonlu ama ihtiyaçlar sonsuzdur’ diye öğretildi. Herşeyin kirletildiği günümüzde temiz su, hava ve toprağı yeniden oluşturma ve enerji korunumlu düzenekler üretmede kapitalizm kar peşinde olacaktır. Eğer küçülmeye geçilirse fizibilite ve ihtiyaçlar gibi iktisadi sözcükler yerine neler konmalı? Kısacası Toplumsal Ekolojik temelde insanlığı mutlu edecek paradigma nedir?

– İstersen bir hatırlatma yapalım: Okullarda, işte kapısında ‘üniversite’ yazılı olan kurumlarda “iktisat bilimi” diye okutulanın bilimle bir ilgisi yok. Kapitalizmi, burjuva egemenliğini meşrulaştırıp- kabüllendirmeye-dayatmaya yarayan bir ideoloji o sadece… Burnundan kıl aldırmayan iktisat profesörü kırk yıl boyunca o kürsüde “ihtiyaçlar sonsuz, kaynaklar kıttır” tekerlemesini tekrar ediyor… Mübarek hiç değilse bir kerecik eve dönerken “acaba gerçekten öyle mi? sorusunu sorsana… Asla sormaz. Her şeyin sonlu olduğu bir dünyada, ihtiyaçlar niye sonsuz oluyurmuş sorusu aklına hiç gelmez… Eğer insan dahil her şey sonlu ise, bir tek ihtiyaçlar sonsuz olabilir mi? İnsan ihtiyaçları denilenler işte, beslenme, barınma, giyinme, seyahat etme-iletişim kurma, kendini estetik-entellektüel planda geliştirme… İşte ihtiyaçlar bu kadar. Yani bir elin beş parmağı kadar… O halde sorun ne, bunların tatmin edilmesi, karşılanması çok farklı ve çeşitli şekillerde olabilir… Mesele bundan ibarettir…

İnsanlığı mutlu edecek, dahası düzlüğe çıraracak muhtemel bir paradigma, asla kapitalizm dahilinde mümkün değildir. Bunu hiç bir zaman akıldan çıkarmamak gerekir. Çünkü kapitalizmde başka türlüsü mümkün değildir, kapitalizm başka türlü yapamaz, kendini sınırlamasını bilmez, durmasını bilmez, reforme edilebilir, ameliyatla “iyileştirilebilir” değildir. Dolayısıyla yeni bir paradigmadan söz etmek, daha baştan kapitalizm dışında/ ötesinde bir şeyi tasavvur etmeyi gerektirir. Bir kere paradigma değişip, farklı bir rotaya girilince de bu gün kullanılan bir çok kelime değersizleşir ve ortadan çekilir, ölü kelimeler haline gelir… Sürdürülebilir bir yaşam tarzı, yeni bir “toplumsal-ekolojik paradima”, insana ve doğaya saygılı, meta fetişizminin söz konusu olmadığı, özel mülkiyetin yüceltimediği,bölüşmenin/paylaşmanın/ortaklaşmanın/dayanışmanın esas olduğu, asıl zenginliğin (hâlâ öyle bir kelime kalırsa tabii) maddi zenginlik değil, ilişki zenginliği olduğu, araçlarla amaçların bu günkü gibi ters-yüz olmadığı, etik değerlerin önemsendiği (zira etik demek sınır demektir) bir paradigma olabilir ve bu gayet mümkün…

– Eski Anadolu kültürüne de çok yakışan şekilde insanlar gereksinimlerini imece ve takas gibi karşılıklı dayanışarak sağlayabilirler. Kooperatif yapılardan komünlere kadar uzanan karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma ağları örmek mümkün. Sizin müşterekler (commons) konusunda çalışma yaptığınızı biliyorum. Yeni sistem eskinin içinden doğacağına göre o kültürü bugünden her alanda yaratmaya çalışmalıyız. İnsani boyutta teknoloji teknik ve bilgiyi paylaşıp hatta kamusal alanda gıda yetiştireceğimiz alanların ortak yaratılmasını nasıl sağlayacağız?

– Bu soruya senin benden daha iyi cevap vereceğinden eminim ama yine de bir şeyler söyleyelim. Modern çağda “eski” olan kötüdür, “yeni” olan mutlaka iyidir şeklinde saçma ama köklü bir anlayış yerleşmiş durumda. Böyle bir anlayış kendini inkâr etmek gibi bir şey. Geride olumlu hiç bir şey yok demek! Bu, insanlığın bu güne kadar olumlu hiç bir şey üretmediği, yaratmadığı demeye gelir… Vakitlice bu “yeni” fetişizminden kurtulmak gerekiyor. Benim çocukluğumda paylaşmak, bölüşmek, ortaklaşmak, yardımlaşmak kuraldı. Mesala “benim” kelimesi pek telaffuz edilmezdi… Bu gün bunlar birer istisna haline geldi. Ortak kullanım, ortak sahiplenlenme araçlarından ve alanlarından, yani müştereklerden (commons) yoksun bir toplumsal yaşam mümkün değildir, sürdürülebilir de değildir. Oysa bu gün özel mülk kategorisine indirgenmemiş, metalaşmamış, paralılaşmamış, şeyleşmemiş nerdeyse hiç bir şey kalmadı. Öte yandan insan-insan ilişkilerinin yerini insan-eşya, işte ıvır zıvır ilişkisi almakta. O kadar ki mesela bir kişi hiç kimseye merhaba, nasılsınız, günaydın, vb. demeden, hiç kimseyle konuşmadan, işlerini görebilir ve günü tamamlayabilir. Bunu matah bir şey saymak mümkün mü?

Doğa ve toplum saldırı ve tehdit altındayken, neoliberalizmin ve teknik bilimin neden olduğu yıkım ortadayken, insanların bu saldırı karşısında sessiz ve tepkisiz kalması eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Şimdilerde saldırıya, yıkıma ve yok etmeye karşı etkili bir karşı duruş yükselmekte. Üstelik son derecede etkili ve yaratıcı bir karşı duruş dünyanın her yerinde mantar gibi çogalmakta ve çeşitlenmekte. Ve sen bu işin içinde olan birisin… Bunların her biri sadece kendileri için bir şey istemiyor, bir şey yapmıyar, hepsi aslında yaşamı savunuyor. Bu anlamda ‘kapitalizmden çıkışın başladığını” söyleyebiliriz. Müşterekleri ihya etmek üzere yola çıkan, ekolojiyi ve demokrasiyi içselleştiren bu yeni “sosyal hareketler” umudu büyütüyor. Şahsen insanlığın yegane ufkunun kelimenin jenerik almanında (ortaklaşma, bölüşme, paylaşma, yardımlaşma, dayanışma) komünizm olduğunu düşünüyorum. Ya komünist bir yaşam tesis edilecek ya da insanlığın bir geleceği olmayacak… İnsanlığa bunların hangisi yakışıyor?

* Bu söyleşi ilk olarak Birikim Dergisi Kasım 2015 sayısında yayınlanmıştır.

Emet CV-ENGLISH Short

Emet has been fascinated and inspired by natural forms and human interaction from a young age. Through her participation in the traditional community planting and harvesting festivals, she found her love for stewardship and community, and has been sharing her experience and vision ever since. As an accomplished geophysical engineer, who has worked as a seismologist for the Technical University of İstanbul for 14 years. She decided in 1998 to invest her studies and efforts around healthy and restorative community building and completed:

  • Diploma of ecotourism, in Australia, 2000.

  • First permaculture certificate, 1997 In Turkey and advanced level along with the establishment of the Innermost Gardens project which is her own initiative, in Aotearoa/New Zealand (NZ) 2009 .

  • Gender and Development post graduate study at Melbourne University Australia, 2006.

  • Transition Towns certificate and active involvement and support to establish a community orchard in South Wellington, 2008-2009.

  • International conference speaker/presenter in Gender and Ecology since 2006-

  • North-West Permaculture Convergence presenter since 2009 in the US.

  • Publishing editor and the contributor of the book Kadınlar Ekolojik Dönüşümde published by Yeni İnsan Yayınevi in Turkey, 2010.

  • Permaculture aid project instructor after Van eartquake in Turkey, 2012.

  • Organic Land Management Certificate, Seattle, US 2011.

Emet mostly lives in Seattle since 2009 and enjoys growing and producing her own as well as foraging in a cool climate. She offers ecological design and ecological practicum workshops both in Turkey and The US.  Her dream is to empower to many communities towards a resilient social ecological community.and continue to learn from each other. Currently, She is working on a book project about Food Sovereignty. Some of her writings can be accessed at http://www.ekoloji.org/ and http://permakulturplatformu.org/

Emet has been fascinated and inspired by natural forms and human interaction from a young age. Through her participation in the traditional community planting and harvesting festivals, she found her love for stewardship and community, and has been sharing her experience and vision ever since. As an accomplished geophysical engineer, who has worked as a seismologist for the Technical University of İstanbul for 14 years. She decided in 1998 to invest her studies and efforts around healthy and restorative community building and completed:

  • Diploma of ecotourism, in Australia, 2000.

  • First permaculture certificate, 1997 In Turkey and advanced level along with the establishment of the Innermost Gardens project which is her own initiative, in Aotearoa/New Zealand (NZ) 2009 .

  • Gender and Development post graduate study at Melbourne University Australia, 2006.

  • Transition Towns certificate and active involvement and support to establish a community orchard in South Wellington, 2008-2009.

  • International conference speaker/presenter in Gender and Ecology since 2006-

  • North-West Permaculture Convergence presenter since 2009 in the US.

  • Publishing editor and the contributor of the book Kadınlar Ekolojik Dönüşümde published by Yeni İnsan Yayınevi in Turkey, 2010.

  • Permaculture aid project instructor after Van eartquake in Turkey, 2012.

  • Organic Land Management Certificate, Seattle, US 2011.

Emet mostly lives in Seattle since 2009 and enjoys growing and producing her own as well as foraging in a cool climate. She offers ecological design and ecological practicum workshops both in Turkey and The US.  Her dream is to empower to many communities towards a resilient social ecological community.and continue to learn from each other. Currently, She is working on a book project about Food Sovereignty. Some of her writings can be accessed at http://www.ekoloji.org/ and http://permakulturplatformu.org/

Eko Yapı Dergisi  tarafından 2011 Temmuz’unda yapılan söyleşinin  gözden geçirilmiş halidir.

Emet Değirmenci, kendini permakültüre ve sürdürülebilir yaşam tarzına adamış bir kişi. 14 yıl boyunca jeofizik mühendisi olarak sismoloji alanında çalıştıktan sonra, ekoturizm diploması ve ardından üç permakültür sertifikası alarak kendini bu alanda öğreticiliğe adadı. Hem yurtdışında hem yurtiçinde birçok konferansa konuşmacı olarak katılan ve “Kadınlar Ekolojik Toplumda” isimli bir kitabı da olan Değirmenci ile toplumsal permakültür, kalıcı kültür ve kentte sürdürülebilir yaşam üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

EkoYapı Dergisi – Permakültür üzerine birçok yazınız ve konuşmanız var.
Söylemlerinizde permakültürü, kalıcı kültür ve sürdürülebilir yaşam tarzı olarak açıkladığınızı görüyoruz. Kalıcı kültürden kastettiğiniz nedir? Ya da sürdürülebilir yaşam tarzı derken kime göre, neye göre sürdürülebilir yaşamı vurguluyorsunuz?

Emet DEĞİRMENCİ – Permakültür kavram olarak bizim dilimizde özünü çağrıştırmıyor. Bu konuya kafa yoran diğer arkadaşlarla birlikte kendi kültürümüze nasıl tercüme edeceğimiz konusunda biraz kafa yorduk. Ancak şu ana kadar tam bir karşılık bulamadık. Permakültürün sözcük anlamı kalıcı kültürdür (permanent culture). 1970 li Yıllarda endüstriyel tarıma ve yaşam biçimine karşı kalıcı kültür fikrini ortaya atan Bill Mollison, David Holgreen ve diğerleri kalıcı tarım kültürüne vurgu yapıyorlardı. Her şey gibi kavram olarak permakültür de evrim geçirdi ve enerji, ekolojik yapılar, ekonomi, toplum ve hatta kentin ya da bir köyün fonksiyonel olarak mıntıkalara (zonlara) göre planlanmasına kadar değişik alanlar içeriyor. Türkçeye (ya da başka bir dile) permakültür pratiklerini hayata geçirirken kapsam olarak içeriğine sadık kalmak koşuluyla oradaki yerel toplumun özelliklerine dikkat etmeliyiz. Öteki türlü Batılı bir paketle gelip yeni bir şeyler öğretecek olmak kapitalist küreselleşme ile zaten kendi kültürüne yabancılaşmakta olan insan dokusuna hizmet etme tehlıkesı doğar. Bu arada evrenselliğe açık olmak da çok önemli… Bizim de başka kültürlerden öğreneceğimiz çok şey olduğuna inanıyorum. Kendim yaşadığım ve ziyaret ettiğim ülkelerde yeni şeyler öğrenerek permakültür ve diğer yaşam deneyimimi zenginleştirmeye çalışıyorum.

Permakültürde üretilen ve kullanılan enerjiden, suya (sadece musluktan akan su değil) ve onun yeniden kullanımı ve akiferleri besleyecek şekilde doğal döngüye yeniden kazandırılmasına kadar entegre bütünsel ekolojik yaşam tarzı tasarımı amaçlıyoruz. Sosyal toplum örüntüsüne inanan biri olarak ekosistemde de bireysel özgürleşmenin olamıyacağı görüşündeyim. O halde permakültürle sadece bireyin kendini dönüştürmesi yeterli değildir. Zaten küresel iklim değişiminin gerçekleri bize toplumsal bir dönüşümü gerekli kılmıyor mu?Her ne kadar erozyona uğrasa da kolektif yaşam öğelerinin oldukça zengin olduğu bir Anadolu kültüründen geliyoruz. Komşumuz açsa ve bizim bahçemizde bolluk varsa, ürünümüzü gönül rahatlığıyla tüketemeyiz. Paylaşmak isteriz. Örneğin 70’lerde çocukluğumuzun kendine yeten ve kendini yenileyen (doğal yaşamın tüketicisi değil, parçası olduğumuz) günleri özlüyorum. Özellikle Türkiyeli toplumun yabancısı olmadığı değiş-tokuş ve birlikte iş yapma kültürü bir başka deyişle kollektifliğe dayanan imece usulü karşılıklı yardımlaşma ve hediye ekonomisi başka kültürlerle paylaşmamız gereken önemli değerlerdir. Benzeri ekonomilerin daha köklü ve bugün hala yaşayan yerli (indigenous) kültürlerde de var olduğunu görüyoruz. Örneğin, 10 sene yaşadığım Avustralya da 40. 000 yıl ötesine dayanan Aborijin kültüründe yılda bir kez yapılan şenliklerle kabileler arası hediyeleşme olduğunu biliyorum. Yaptıkları av aletleri ve onların yapım teknikleri bush tucker dedikleri vahşi doğadan topladıkları yiyeceklerin yenmesi eşliğinde günümüzde yaptıkları festivallerle canlandırılıyor. Benzer bir şekilde Yeni Zelanda’da yaşarken Maorilerin toplumlarına yeni katılan birini Marae dedikleri toplumsal evlerinde yaptıkları törenle toplumun tanıttıkları seramonilere tanık oldum. Kısacası insanlar önceden hediyeleşme ve değiş tokuş ekonomisiyle ayakta duruyorlardı.

Gerek üretim ilişkileri gerekse doğaya bir kayak deposu olarak bakması nedeniyle çökmekte olan kapitalist ekonomik sistemin yerini zamanla bu tür karşılıksız beklentilere dayalı ekonomik bir modelin alabileceğini ön görmek zor değil.

Dikkat ederseniz Pasifik adaları vb. yerliler küresel iklim krizi karşısında var olmayı hem eko sistemin bir parçası olarak hem de birbirleri arasındaki yardımlaşmada ayakta kalmak için yapıyorlar ve kasırgalardan tayfunlardan en az etkileniyorlar.

EkoYapı Dergisi – Bahsettiğiniz yaşam tarzında mimari anlamda ne gibi bir farklılık oluyor?

Emet DEĞİRMENCİ – Ekolojik mimaride evlerin/yerleşke birimlerinin ömrünü tamamladıktan sonra bulunduğu yerin ekolojisine atık bırakmadan karışması amaçlanır. Pencere çerçevesinden dolabına ve diğer yapı malzemelerine kadar her şey doğaya atık bırakmadan karışabilmelidir. Elbette içinde yaşayan insanlar da ekolojik bütünlüğün bir parçası olacak şekilde yaşam sürmelidir. Kullanılan temizlik maddelerinden atık suyunu dönüştürmeye, enerjiden aklınıza gelcek diğer kaynak kullanımına kadar…. Anadolu da eskiden evler kerpiçten çamurdan ya da taştan yapıldığında zaten böylesi bir döngü söz konusuydu. Ayrıca bu tekniklerden çoğunun geliştirildiği bir coğrafyadayız. Örneğin, saman balyasından ev yapımının (her ne kadar Almanlar şu an bu işin öncülüğünü yapıyorlarsa da) 200 yıl önce Anadolu’da gerçekleştiğini biliyoruz. Neden o soluk alan konut biçimlerine geri dönmeyelim? Bu kapsamda Viranşehir’deki toplumsal yönü de olan ekolojik evler projesi beni çok heyecanlandırıyor. İşin öncülüğünü yapanları kutlamak lazım. Bu tür örnekleri başka bölgelere yaymalıyız.

EkoYapı Dergisi  – Günümüz dünyasında kalıcı durumlar, ürünler pek istenmeyen bir şey. İnsanlar sürekli tüketime yöneltiliyor. Yani sizin bakış açınızla olması gereken ile şu andaki gerçekler birbirinin zıttı olan iki olgu. İnsanların bu sürdürülebilir duruma bakışı nasıl?

Emet DEĞİRMENCİ – Birkaç yıl önce Amerika’da bölgesel düzeyde büyük bir permakültür buluşması oldu. Asıl konuşmacı (key note Speaker) olarak Bullock Brotherslar davet edilmişti. Permakültür konusunda dünyadaki öncü projelerden birini 30 sene önce Washington Eyaletindeki Orcas Adası’nda gerçekleştirmişler. Dünyanın her yerinden meyve ağaçlarını yerel iklime adapte etmişler. Devasa kırmızı sedir ağaçlarının tepesine güneş panelleri atarak 30 dönüm kadarlık bir alanda stajerleriyle birlikte 30 kişi ve tabii ki dünyanın bir çok yerinden gelen ziyaretçileriyle kendine yeterli bir yaşam biçimi oluşturmuşlar. Bataklığı sulak alan haline dönüştürerek kurak tepeleri açtıkları göletlerle ve kütüphaneyle gerçekten örnek gösterilecek bir proje yaratmışlar. Douglas Bullock konuşması sırasında ikide bir biz 30 sene önce dünyanın geleceğini görebildik diyordu. Ben de soru kısmı başlayınca ilk sırada olmayı başararak şu soruyu sordum: siz geleceği görüp ‘örnek bir proje gerçekleştird'[‘n’z ‘,’n s’z’ kutlarim. Peki permakültür açısından 20-30 yıl sonrasını nasıl görüyorsunuz? Öyle ki; kapitalizm bugünden kendini yeşillendirmeye başladı. Permakültür gerçek toplumsal bir dönüşüme nasıl yardımcı olabilir? Kısacası toplumun tüketim değerleri nasıl değişecek? İşin doğası gereği biz permakültücüler tüketime ‘DUR’ diyen bir kültür yaratmaya çalışıyoruz. Ekolojik ayak izi bırakmayacak bir anlayışın geleceğine toplumsal olarak nasıl yardımcı olacağız’ diye açtım sorumu. Düşündü biraz ama bunun yanıtı zor dedi bıraktı.

Kendi adıma ilkel bir yaşam tarzına geri dönüşten söz etmediğimin altını çizmeliyim. Bireysel anlamda kapitalist düşünüş tarzı içinde permakültürle problemin değil çözümün parçası olarak (yaşama geçirdikleriniz odaklı) bir karşı duruş sergiliyorsunuz. Çözümlerimiz kapitalizmin kıtlık ve yarışma mentalitesine karşı bolluk ve paylaşım yaratmaktan yanaysa permakültürcüler belki bugünün iklim bilimci kadar hedef noktası olabilir. Tabii yoksulu neden organikten anlamıyor diye ötekileştiren bakış açısı da söz konusu. Böylesi elitist bir permakültür anlayışını doğru bulmuyorum. Ekolojik krizin çözümünü toplumsal amaçlı düşünmezsek bilerek ya da bilmeden dil, din ırk sınıf vb. çeşitli anlamlarda ötekileştirdiklerimizin sayısı katmerleşir ve yeşil bir dünya ama kapsayıcı olmadığı için sosyal problemlere gebe bir toplum yaratmaya katkıda bulunmuş oluruz. Örneğin, yalnızca uygun (apropriate) teknolojiler değil de insani ölçekte uygun teknolojiler önerdiğiniz zaman kapitalizmin kitlesel üretim ve tüketim mantığına da karşı bir duruş sergiliyorsunuz. Yerel örneklerin birleşerek bir mozaik oluşturacağına inanıyorum. Adı yeşil ya da ekolojik dahi olsa merkezi bir dönüşümden yana değilim. Küresel iklim değişimi nedeniyle yaşam gittikçe yerelleşmek yerek kaynak ve kültüre dayanmak durumunda. Bu biz istesek de istemesek de olacak. Ancak yerel halkın kontrol edebileceği sistemlerin daha dirençli olacağına inanıyorum. Karar mekanizmalarında yerel kişilerin olduğu ve doğrudan demeokrasi ilkeleriyle işleyen topluluklarda karara katılma kolaylaşır. Dolayısıyla sosyal problemlerin çözümüne de katkıda bulunan yerelliğe dayanan halkın benimsediği yaşam dönüşümleri kalıcı olabilir. Böylesi ekolojik bir mozaikle sağlıklı bir dönüşüm doğacağına inanıyorum.

EkoYapı Dergisi  – Bu durumun ne kadar zamanda gerçekleşeceğini ön görüyorsunuz?

Emet DEĞİRMENCİ – Şu an kapitalist tüketim toplumu bir arayış içinde. Sistem, yeşil ve kısmen daha ‘adaletli’ bir kapitalizm yaratarak çarkını çevirmeye çalışıyor. Bizler gibi etik değerleri olan insanlar daha temelden sorgulamalar yapmalı ve kendi dönüşümünü hiyerarşik değil tabandan tavana yükseltmeli. Farkındalığa göre her ülke ve hatta her yerleşke bçlgesi iöin farklı zaman dilimleri öngörülebilir. Belki fazla karamsar ama gerçek olan bir öngörü var: iklim bilimcileri tarafından dünya nüfusunun 50 yıl içinde yarısı iklim felaketleriyle silinebilir. Herkes bu gezegende ekolojik olarak var olmak için çözümler üretmek durumundadır. Bu yalnızca bir zorunluluk değil önceliktir aynı zamanda… Elbette savaşların olmadığı barışçıl bir bir ortamı varsayıyorum. Çünkü savaş şiddetinin ekosisteme zararları apayrı bir konu. Aksi takdirde bu gemide hep beraber yok olacağız. İşin bu boyutunu fark eden epey kişi oluşmaya başladı ama toplumsal ve kapsayıcı boyutunu fark eden hala çok az kişi var. Eğer kendiniz üretmiyorsanız organik yiyeceğe ulaşmak orta sınıf ve üstü için geçerli. Oysa toprağın da bir canlı olduğunu ve ona etik yöntemlerle yaklaşılması gerektiğini anlamaya çalışmak zengin, fakir, köylü ve kentli herkesin öncelikli işi olmalı. Çözüme yalnızca sınıfsal açıdan da bakamayız. İşin çok boyutlu olduğunu düşünüyorum. Örneğin, eski kuşakların toprak kültürüne ilişkin yerel pratiklerini ve bilgeliğini hiç gecikmeden kayda geçirmeliyiz. Çünkü onlar 1980’lerden bu yana sürdürülen neoliberal politikalarla hızla erozyona uğruyor. Bir başka deyişle ebeveynlerimizden öğerndiklerimiz bilgi ve becerilerini bir an önce kayda geçirmeliyiz. Hatta bunları paylaşacağımız halk kütüphaneleri oluşturmalıyız.

EkoYapı Dergisi  – Fakat organik üretimde de bir takım yanlış anlaşılmalar var. Kışın erik, yazın portakala ulaşabiliyoruz, hem de üzerinde organik etiketiyle beraber. Bu durumda “organik” ibaresine de şüpheyle yaklaşılıyor.

Emet DEĞİRMENCİ – Kesinlikle… artık organik piyasasının da sorgulanması gerekiyor. Endüstriyel üretimden kaçarken başka bir endüstri, organik endüstrisiyle yüz yüze geliyoruz ki; onların hepsi masum değil. Kürdü, Lazı, Ermeniyi, kara deriliyi, Asyalıyı aşağılayan ama onların ürettikleri leziz şeyleri tüketen insanlar az değil. Permakültür eksenli düşünsek de ekini biçerken Ermeni/Kürt vb. türküsüyle ritim yaratan bir permakültür modeli toplumu zor günlerin fırtınasına, seline daha iyi hazırlar diye düşünüyorum. Diliyle ve kültürüyle kimseyi ötekileştirmeyen ya da hakim kültürün yeşil penceresinden değil de bakılacak bir dizi başka pencereler olduğunu hep akılda tutmak gerek. Bunun yanında her ülkede eskiden olduğu gibi yerel kaynaklara dayalı küçük aile çiftliklerinin nüfusun %70′ini beslediği günlere geri dönmenin yolunu açmalıyız. Toplum Destekli Tarım (Community Supported Agriculture) modeli bunlardan biridir. Amerika da organik üretime sadece dört firmanın hâkim olduğunu görüyoruz. Küçük tarım arazilerine sahip olanlar bir araya gelip güç birliği yapmazsa bu tekelleşme Türkiye’de de zamanla gerçekleşecek. Ülkemizde bir takım büyük firmalar organik piyasasına girdi ve GAP bölgesinin temiz toprakları paylaşmış durumdadır. Dolayısıyla etiketinde organik yazan ürüne %100 etik değerlerle üretilmiş gözüyle bakamayız. Organiğin ötesinde doğal tarım yöntemleriyle ve yerel bilgelikle üretilen yiyecek benim için daha makbuldür. Yüz yüze ilişkilerin olduğu, çocuk, kadın ya da etnik insan emeğinin sömürülmediği herkese insanca muamele edildiği ve toprağa etik olarak davranıldığı ürünleri tüketme bilincini yaratmalıyız. Dünya çlçeğinde 2006 da böylesi etik bir temelde yükselen küresel bir çiftçi hareketi başlatıldı. Latin Amerikalı Çiftçiler La Via Campessina bunun adına Gıda Bagımsızlığı Hareketi diyor. Tarladan sofraya tüm yiyecek üretim sisteminin demokratikleştirilmesi üzerinde duruluyor. Buna tarımda cinsler arası iş bölümü, sigortasız mevsimlik tarım işçisi çalıştırma dahildir. Birçok ülkede (160 den fazla) temsilcileri olan bu harekete bizden Çiftçi Sendikaları üyedir.

EkoYapı Dergisi  – Sizin toplumsal dönüşümlere daha çok önem verdiğinizi görüyoruz. Toplumsal ve bireysel hareketler arasında ne gibi farklılıklar var?

Emet DEĞİRMENCİ – Toplumsal bir dönüşümden bahsettiğimiz zaman daha çok mahalle ya da köy ölçeğinde olmasına vurgu yaparız. Kişinin bireysel bazda ekolojik ayak izi oldukça az olabilir ama var hakim kapitalist sistemin bireysel yeşil dönüşüm yanlısı olunca görüntüde bütünü kaçırıyor. Bireysel sürdürülebilirlikte kendimiz ekolojik alışkanlıkları hayata geçirdiğimizde ‘ben yeşillendim başkası neden ampulünü değiştirmiyor ya da ekolojik deterjan kullanmıyor’ olgusu ortaya çıkıyor ki; bunun arkasında fukara ülkelerin nüfusunu (ki onların ekolojik ayak izi çok daha az olduğu halder) kanser uru olarak gören gerici düşünceler yatabilir. Organik yaşamın ne olduğunu bilmeyen insana organik yaşamadığı için tepki gösteremezsiniz. Bu yüzden bir toplumsal farkındalık yaratırken çok boyutlu düşünmek gerekir. Önce onlara kendi güçlerine dayanan bir ortam yaratmaya katkıda bulunuyor muyuz ona bakmak iyi olabilir. İşte o zaman toplumsal olarak da kendini yenileyen ve kendine yeten bir yaşamdan söz edebiliriz. Böylece aynı zamanda yalnızca doğaya yabancılaşma değil, toplumsal yalıtılmışlık da çözülmeye başlayacaktır.

EkoYapı Dergisi  – İnsanların sürdürülebilir yaşamdan anladığı günlük hayatta sahip olduğumuz lüksleri bırakıp, “her şeyi bir kenara bırakıp tası-tarağı toplayıp gitmek” oluyor, ama anladığım kadarıyla varolan teknolojik hayatı da elinizin tersiyle itmiyorsunuz.

Emet DEĞİRMENCİ – Söyleşiye başlarken permakültür tanımında söz ettiğim gibi insanlık istesek de istemesek de bir evrim geçirdi ve geçirmeye devam ediyor. Bu evrimde faydalanmamız gereken, vazgeçemeyeceğimiz şeyler var. Örneğin, bana (yalnızca kadın olduğum için değil tüm cinsler için de) düşünmek için vakit kazandıran çamaşır makinesinden şu anda vazgeçmek istemem. Çünkü çamaşır yıkarken kaybedilen zamanı başka bir yaratıcılık için kullanabilirim. Permakültürde biz uygun teknolojilerden çareler gösteririz. Böyle olunca evet ayakla çevrilen makine kullanıp kuş seslerini dinleyerek ya da kışın serada çamaşır yıkayabilecek modeller de yaratmak olasıdır. Ama herkes böylesi bir ortamda yaşayamıyor olabilir. Ben toplumsal dönüşümü aşama aşama düşünüyorum ki sindirerek ilerlenebilsin.

Teknolojik yeniliklerle bugün gelinen noktada enerji verimli olmasının yanında yerel ve yenilenebilir olması ve çevresindeki canlılara en az zarar veren (hatta vermeyen) enerji üretmek mümkündür. Bunun için devasa maden kaynaklarına da gerek yok. Geri dönüşümlü malzemelerden de enerji sistemleri yaratabiliriz. Örneğin, Kolombiya’da 1980’lerde kurulan Gaviotas Eko Köyünde düşük teknolojiyle enerji üreten sistemler var. Arka bahçemize kuracağımız bir rüzgâr tribünü ya da küçük bir su kaynağıyla çalışan bir tribünle de gereksindiğimiz enerjiyi üretmek olasıdır. Elbette sadece güneşe değil ışığa duyarlı fotovoltaiklerle nerji kaynağımızı çeşitlendirmek de mümkündür. Burada demek istediğim yaşamı basitleştirmek ve kendi elimizde kılmak için insanlığın geldiği bilgi ve deneyim birikiminden yararlanmaktır. Vahşiye dönüş romantik ve kulağa hoş gelebilir. Ancak insanlığın oralardan bu noktaya evrilerek geldiğini unutmamak gerekir. Kentteki ya da köydeki kaç kişi onlarca yıl vahşi ortamda yaşayabilir? Bizim gibi güneşi bol bir ülkede pasif güneş enerjili konutlarla yüzümüzü güneşe dönerek enerji gereksiniminin büyük bir kısmını karşılayabiliriz.

EkoYapı Dergisi – Kent insanı, özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerde, sürdürebilir yaşamı kendi hayatına nasıl adapte edebilir?

Emet DEĞİRMENCİ – Balkondaki saksımızda sadece domates değil, kardeş bitkiler yöntemiyle fesleğen ve kadife çiçeğini de birlikte yetiştirebiliriz. Permakültürün birden çok işlev ilkesi olarak hem güzel görünür hem de köklerindeki mineraller birbirini besler ve ayrıca böcek gelmesi de önlenmiş olur. Biyo-yoğun (Bio-intensive) tarım yöntemiyle yarım dönümlük bir araziden dört kişilik bir ailenin sebze meyve ve şifalı otlar gereksinmesini karşılayabiliriz. Küçük ölçekten başlamak anlamında önce saksıların potansiyelini anlamaya ihtiyaç var. Ben mutfağımdaki pencerenin önünde fesleğenden tutun da birçok şifalı bitkiyi dört mevsim yetiştirebiliyorum. Dikine pencere bahçesi, dikey bahçecilik diye teknikler var. Böylece alanı maksimum düzeyde kullanıyor ve gün ışığından daha fazla yararlanıyorsunuz. Apartmanda yaşıyorsak ya çatımızda bunları yapabiliriz ya da balkonda. Kentteki sokaklarda asmaların ve sarmaşıkların yanında günebatan çiçekleri yetişse, hem güzel bir görüntü olur hem de sonbahar geldiğinde çekirdeğini çıtlatsak ne güzel olur. Güne bakan çiçekleri benim için kentin betonlaşmasına meydan okuyan isyankar sembollerdir. Bu teknikleri öğrendikten sonra komşuyla ya da arkadaşınızla anlaşıp kentin boş yerlerinde yapabileceğiniz toplumsal bahçe projelerine ön ayak olabilirsiniz.

Projenizin toplumsal boyutunu o ana kadar kimsenin ele almadığı bir temada gerçekleştirirseniz onu eşsiz kılabilirsiniz. Yeni Zelanda’da öncülük ettiğim böylesi bir projede daha ikinci yılında mastır/doktora araştırma konusu yapan ve öğrencilerin ve basının ilgisini fazlasıyla çektik. Hatta uluslararası düzeyde stajyer olarak başvuranlar olmaya başladı. İstanbul’da boş kalan yerlere tohum topları atsak devamının geleceğini düşünüyorum. Bugün Balat’ta Mavi Kalem Derneği üyeleri yerel halka evladiyelik tohumlardan ürettikleri sebze fideleri dağıtıp insanları kentte yenebilir bitkiler yetiştirmeye özendiriyorlar. Geri dönüşümlü kaplar içinde pencere önlerinde yenebilir bitkiler görmek ne kadar hoş… Küresel ölçekte bakarsak Küba kent tarımında dünyada en iyi örneği oluşturuyor. Bunun yanında dünyanın birçok yerinde su hasadı kent cadde kenarı bahçeler vb. yaygınlaşıyor. Hatta benim Seattle’da yaptığım gibi arıcılık ve sokaktaki diğer komşularımla küçük baş hayvancılığı pratiklerine ekleyenler de az değil. Permakültürcüler olarak insanların kendi kendine yeteceği bulunduğu yerde yiyecek üretecek yönetmelikleri desteklemeliyiz. Gördüğünüz gibi permakültürün toplumsal boyutu özgürlük alanlarımızı genişletip bizi birbirimize bağlayacak ve kentteki yabancılaşmayı da azaltacak boyutta heyecan vericidir.

 

rassohaberEmet Değirmenci

Bir resim düştü gözümün önüne. Kırmızı kazaklı, beyaz yazmalı bir köylü kadını, katliam yapılmış zeytin ağaclarından birine sarılmış sürükleniyor. Arka planda askeri bir cipin içinde silahlı askerler…
Günlerdir zeytin ağaçlarının sesi ve ruhu dolaşıyor çevremde… Seattle’in soğuk ikliminde büyütmeye çalıştığım balkonumdaki küçük zeytin ağacı onların mesajını taşıyor. Dünyanın öte yanındaki kardeşlerimizin kökleri acı içinde diyor.

Fotoğraf Filistinde çekilmiş.

Geçen hafta Soma’nın Yırca köyünde bir gece yarısı 6,000 zeytin ağacı katledildi. Bazıları anıt ağaç niteliğinde binlerce zeytin ağacı, Kolin şirketi oraya termik santral dikecek diye kesiliyor.

Basına yansıyan fotoğraflarda günlerdir nöbet tutan köylülerin zorla ağaçlarından ayrıldıkları görülüyor. Köylüler gelirlerinden, onlarca yıl büyütüp besledikleri varlıklarından koparılıyor. Köklerinin çığlığı okyanus ötesine ulaşıyor.
Aslında Filistin de çekilen bu resim her şeyi anlatıyor. Arkadaki askeri aracın yanınki asker elindeki silahı bırakmış şaşkınca bakıyor. Belki gördüğü tablo karşısında, emir verenlerine şaşırmış durumda…
Yırca direnişçi bir köylü kadın ise “iki çocuk büyüttüm. Bu zeytinler kadar emek vermedim. Şimdi onlar da gitti, çaresiziz” diye çırpınıyor. Tablonun bir başka bölümünde duyarlı erkekler de var. Örneğin Yırca muhtarı…

Kadınlar ağaçların kesilmesine ve ormansızlaşmaya geçmişte de dünyanın birçok coğrafyasında direndi. Filistin de, Hindistan da, Afrika da ağaçlarına sarıldılar: “Onları yok ederseniz bizi de yok ediniz. Biz onlarsız var olamayız” dediler. Kim bilir belki de ağacın içindeki iyileştirici özsuyu ile bütünleşmek, ağaçla dayanışmaktı bu… Bitki biyologları onların da kendine göre savunma mekanizmaları olduğunu söylüyor. Bitkilerle şifa dağıtan bir Maori kadın arkadaşm bitki fotoğrafı çekenlere dahi izin aldınız mı ondan derdi. Hasat yapacağınızda sordunuz mu ona derdi… Bir gece yarısı operasyonuyla binlerce ağacı kesme emrini verenler ‘yaş kesmenin baş kesmek’ olduğunu bilmiyorlar mıydı? Eminim ki o zeytinler keseceklerin ayak sesleri yaklaştıkça toksin yayıp kendilerini korumaya çalıştılar.
Hindistan’da 1970’lerde Chipco hareketi Amrita Devi öncülüğünde doğdu. Bugün ekofeminizmin çıkış noktalarından biri olarak gösteriliyor. Kadınlar yıllarca direndi, hatta direnişçilerden birinin oğlu “bizi bu harekete çeken annemin kararlılığıydı” dedi sonradan.
Ekmeğini topraktan çıkaran kadınlar ormansızlaştırmanın çölleşme, toprak erozyonu ve monokültür getireceğini iyi bilir. Çünkü onlar için ağaçlar yalnızca besin ve oksijen kaynağı değil, aynı zamanda ekosistemin devamı ve kendilerinin varlık nedenidir.
Ekonomik statü, inanç, dil ve ırk ne olursa olsun kapitalist endüstriyalist patriarkal sistem altında kadının yaşadıkları ortaktır. Bu yıl diğer bir direniş de İstanbul’un Validebağ Korusundaydı. Bu kez kentli kadınlar Gezi Hareketi ruhuyla oradaydılar. Elbette yalnız görünürlük ve kadınlar vardır şarkısını söylemek iyi ama yetmiyor. Bu kolektif aklı sürekli kılmak nasıl olur, onu düşünmeliyiz.
Sinop Gerze’deki termik santrale direnişte kadınlar en öndeydi.
Kanada yerlilerinin 2013 yılında geliştirdiği kendi topraklarındaki ekolojik yıkımlara dikkat çeken “Harekete Geç” (Idle No More) direnişi de gösterdi ki kadının ekolojik hareketleri sürüklemesi daha kapsayıcı organizasyonlar oluşturuyor.
Türkiye’de altın madenlerinin önü açılmasın diye Bergama Hareketi’ne yıllarca emek vermiş bir kadın olarak bu direnişlerin olduğu yerlerde kalıcı kadın örgütlenmelerini önemsiyorum. Her yörede feminist ilkelerle kalıcı kadın kolektifleri oluşturulsa ve bunlar kendi aralarında ekolojik dayanışma ağları örse… Her dönemin direniş biçimi farklı olabilir. Örneğin, Şili’de faşist diktatörlüğe karşı direnişte kadınların bir araya gelip el işleri (zanaat) yaptıklarını biliyoruz.

Kim bilir o beraberliklerde ne devrimci öyküler paylaşılmıştır.

 

Kadınlarla Dayanışma Vakfı (KADAV),

SÖYLEŞİ ~Hicran Ürün

Geçtiğimiz günlerde ‘Ekoloji mücadelesi kadınlara yeni yükler mi getiriyor?’ başlıklı bir söyleşi düzenledi. ‘ekofeminizm’ ve cinsiyet rollerinin konuşulduğu söyleşinin konuğu ise Emet Değirmenci’ydi. Feminizm, birçoğumuzun bir şekilde duyduğu ve üzerine tartışmalar yürüttüğü az çok aşina olduğu bir konu. Litaratürümüze yeni giren ekofeminizm ise, 1970’lerin başında cinsiyetlerin ve doğanın üzerindeki tahakküm mekanizmalarının birbirleriyle bağlantısını irdeleyerek, feminizm içinde yeni bir tartışma başlığı açıyor. Söyleşide tanıştığımız Emet Değirmenci, son 18 yıldır çoğunlukla Avustralya, Yeni Zelanda ve Amerika’da yaşayan bir ekoloji aktivisti. Feminizme ve ekolojiye 90’lı yıllardan itibaren ilgi duyan Değirmenci’nin bu kapsamda birçok çalışması bulunuyor. Biz de ekoloji ve kadın arasındaki bağı biraz daha irdelemek ve ekofeminizm hakkında sorularımıza yanıt bulmak için Emet Değirmenci ile konuştuk.

– Eko-feminizmden bahseder misiniz? Nedir eko-feminizm?

Ekofeminizm, kadını ve doğayı merkeze koyan bir kavram. Aslında doğada hiçbir merkez yok ve doğal örüntüler bazında her şey birbirinin çevresinde dönmekte. Kapitalist patriyarkal sistem kadını ve doğayı aynı şekilde tahakküm altına almakta. Doğaya hakim olma anlayışı bir kadının ırzına geçilmesiyle doğada açılan bir maden ocağını yine aynı hakimiyet olarak değerlendirir. Doğada her şeyin simbiyotik bir ilişki içinde karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmayla var olabildiğini bilmek gerekiyor. O halde biz kadın ve ekolojiyi ilk sıraya oturtup endüstriyalist militarist erkek egemen sistemi çözme ve dönüştürme noktasında bir şeyler yapmalıyız. Burada öteki cins olan kadını güçlendirmekten söz ediyoruz. Ama patriyarkaya karşı kadını erk olarak görmekten söz etmiyoruz. Çünkü bir erke karşı bir başka erk yaratmak, cinsler arası eşitlikçi bir toplum geliştirmez.

Cins eşitliği olmadan olmaz

Kadınların kendi arasında örgütlenmesi ve kendilerine ait hem özel hem kamusal alanlar yaratmaları önemli. Kısacası ekofeminizm, feminizmin ilkelerini benimsemekle birlikte ekolojiyi odak noktası alır. Mutfakta, evde dört duvar arasına sıkıştırılan kadının durumuna karşı feminizmin ‘kişisel olan politiktir’ ilkesini göz önünde bulundurur. Eşit işe eşit ücret vb. sendikal hareketlere destek verir. Örneğin, gıdamızın tohumdan masaya getirilmesine kadar geçen süreçte demokratikleştirmesine vurgu yapan Latin Amerikalı çiftçilerin ‘la via campesina’ diye bir örgütlenmesi var. Bu artık dünyanın tüm çiftçilerinin örgütlenmesi haline geldi. Küresel iklim değişiminde halkın kendi çözümlerini yaratması anlamında campesina (çiftçi) hareketi önemlidir. Çiftçi kadınlar ‘cins eşitliği†olmadan gıda demokratikleştirilemez’ diyor. Sonra küresel iklim değişimi zirvelerinde çiftçi kadınların maruz kaldığı tehlikenin boyutlarına dikkat çekiliyor. Acil afet bölgelerinde hem sismolog hem de ekolojik restorasyon uzmanı olarak birçok kez bulundum. Gelen yardımların erkekler tarafından kontrol edildiğine ve dağıtımda yine erkeklerin hakimiyeti olduğuna tanık oluyoruz. Kadınların regl kanamaları için ihtiyaçlarını gidermelerinden tutun da barınaklarda cinsel tacize uğramalarına kadar bir dizi gerçekler söz konusu. Elbette yalnızca Birleşmiş Milletler’in bu konulara feministlerin baskısıyla sembolik olarak el atması yetmiyor. Doğrudan demokrasinin işleyeceği ortamlar yaratarak bu gereksinimlere hazırlıklı olmanın yollarını bulmalıyız.

– Dünyadaki eko-feminist hareketlerden biraz bahsedebilir misin?

Ekofeminist hareket 1970’lerde Hindistan’daki ormansızlaştırmaya karşı kadınların direnişleriyle ortaya çıktı. Kadınlar kendilerini zincirlerle ağaçlara bağladılar. Bir dizi kitapları da olan Hintli Yazar-Ekofeminist-Aktivist-Doktor Vandana Shiva, ‘Ben ikinci doktoramı Hintli köylü kadınlarla yaptım ve gerçek bilgileri onlardan öğrendim’ diye belirtir. Yıllarca süren Chipko Hareketi sırasında kilometre karelerce alan korunmuş oldu. Harekete katılan erkekler ‘biz annelerimizin yıllarca süren kararlı hareketi sonucu burada varız’ demek durumunda kalmışlardır. Bunun yanında 1980’lerde doktor Wangari Maathai’nin öncülüğünde Kenya’da geliştirilen Yeşil Kuşak Hareketi de ekofeminizme kan ve can kattı. Bu aynı zamanda Afrika’nın başka ülkelerine de yayılan bir ormanlaştırma hareketidir. 90’lı yıllarda Vandana Shiva’nın Maria Miesle çıkardığı ‘Ekofeminizm’ kitabında kadınların doğanın kaynaklarını tüketmektense subsistance ekonomisi diye nitelendirdikleri ihtiyaç kadarını doğadan almak ama almadan önce ne koyacağını düşünmek söz konusudur. Küresel iklim değişiminin gittikçe artan yıkıcı etkileri kuraklık, sel baskını, ormansızlaşma vb. olarak devam ederken ekoloji ve feminizm odaklı mücadeleye daha fazla gereksinim duyulacağı açıktır.

– Toplum kadına bu kadar çok rol biçmişken eko-feminizm kadına artı yük olabilir mi?

Hakim cinsiyetçi rol dağılımı gereği bu konuda doğal olarak insanların kafası karışık… Oysa her şey net. Çünkü biz önce feminist ilkeleri benimsiyor, sonra da eşitlikçi bir cins ve sonuçta eşitlikçi bir toplum istiyoruz. Gıda özgürlüğüne de, çevrenin ve ekosistemin iyileştirilmesine de, su hakkına, çocuğunu, ailesini ya da topluluğunu sağlıklı gıdayla beslemeye çalışan kadın olduğu kadar erkek de olmalıdır. Örneğin yavaş gıda (slow food) hareketi içinde kadın mutfağına yeniden sahip çıksın deyişleri var. Biz zaten mutfaktan, dört duvar arasından kamusal alana çıkmak için yıllarca uğraşmadık mı? Kısacası cinsiyetçi olmayan iş olmalıdır. Toplumsal kültürün bu yönde evrilmesi gerekir. Yoksa kadın hem tam zamanlı çalışacak hem de evde 3 kap yemek yapacağım, çocukların bakımını üstleneceğim… Buna katlı sömürü deniyor. Tabi bunun yanında kadının yüklendiği duygusal iş yükü de var ki bu da göz önünde bulundurulmalıdır. Çocuğun okulda toplumda yaşadıklarını çözme, yatalak annesinin bakımevinde istenmeyen davranışlara maruz kalması, kardeşler arası barış ortamının sağlanması vb… Bu çatışma çözümlenmesi ‘doğası gereği barışçıl’ olduğu için kadına yüklenmiştir. Truva savaşlarını durduranların da kadınlar olduğunu anımsayalım.

Oysa zaten olması gereken işin eşitlikçi bölümünde her şey net ve ortaktır. Eşitlikçi iş bölümünde görünen ya da görünmeyen emeğe saygı gereklidir.

– Kadın ve doğa arasında nasıl bir bağlantı kuruyorsunuz?

Kadın doğurgandır ve üretkendir. Doğa da öyledir. O halde kadın doğadır ya da doğaya daha yakındır şeklinde biyolojik determinist ve özcü bir yaklaşımı doğru bulmuyorum. Evet, kadın antropolojik olarak avcı, derleyici toplumdan itibaren doğaya ilişkin gözlem ve deneyimlerinde erkekten daha fazla deneyime sahiptir. Çocuğunu sağlıklı gıdayla beslemeye erkekten daha fazla ilgi gösterir. Çünkü mutfak onun sorumluluğundadır. Burada toplumsal rollerden söz etmek istiyorum. Kadının toplayıcı rolü yazı öncesi organik toplumlarda eşitlikçi bir düzeyde iken nasıl oldu da bu denge bozuldu? Burada erkek doğası ve kadın doğasından mı söz etmek gerekir yoksa toplumsal iş bölümünü mü irdelemek gerekir? Bana göre her şey toplumsal olarak şekillenir. Kültürel antropojist Margaret Mead, Papua Yenigine ve Pasifik Adaları’nda yaptığı gençliğe adım atma törenleriyle ilgili araştırmalarında bunu göstermeye çalıştı. Örneğin, kız çocuğu olmayan ailelerin en son erkek çocuklarını kız gibi yetiştirdiklerine ve kendilerinin de doğal olarak o rolleri benimsediklerine tanık oluruz. Avustralya’da yaşarken Sydney’de Pasifik Adalı bir komşum altı erkek çocuğundan son ikisini kız gibi yetiştiriyordu. Çocuklar ev ve mutfak işlerinden bahçe işlerine kadar her şeyi benimseyerek yapıyorlardı. Fakat okulda ötekileştiriliyorlardı. Bu durum açıkça her şeyin kültürel olarak şekillendiğini ve hakim kültürün etkisini göstermiyor mu? Kısacası ben kadın Venüs’ten erkek Mars’tan gelmiştir; onun için savaşçıdır görüşüne katılmıyorum. Her şey kültürel olarak şekillenir ve kültürleri evrimleştirmeliyiz görüşündeyim.

Barış olmadan ekoloji korunamaz

– Kürt kadın hareketinin de çok sık tartıştığı ve dile getirdiği konulardan biri, doğa ve kadın. Bu anlamda eko-feminizm ve Kürt kadın hareketi birbirine çok yakın duruyor. Abdullah Öcalan’ın da Murray Bookchin’e atıf yaptığı birçok yazısı var. Siz de söyleşinizde Bookchin’e değindiniz. Bunlarla ilgili düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

Bugün Türkiye’deki Kürt hareketi, kadını ve ekolojiyi ana eksen alıyor. Bu sevindirici. Hem feodalitenin güçlü olduğu bir bölgede böyle bir duruş gerekliydi, hem de savaşın acılarının katmerli yaşandığı bir bölgede ekosistemin ve insanların kendilerini iyileştirmeye ihtiyacı var. Zaten barış ortamı olmadan ekoloji korunamaz. Dolayısıyla ekofeminizmin de antimilitarist bir duruşu vardır. ‘Eskiden ben ev kadınıydım, şimdi belediye başkanı olmak istiyorum ve savaş politiklarına “dur” diyorum. Mayınlı alanların temizlenmesini istiyorum’ diyen bir dizi kadın olmaya başladı. Savaşın kalıcı etkilerinin ve yıkımlarının ekoköy ve ekoçiftlikler kurulması ve bunu bir yaşam biçimi şekline, daha doğrusu yaşamına geçirmek isteyen kadınların çoğalması o bölgede ekofeminizmin kök bulacağını gösteriyor.  

Kadınlar Ekolojik Dönüşümde

– Perma kültür ile ilgileniyorsunuz ve bildiğimiz kadarıyla Kadınlar Ekolojik Dönüşümde isimli bir kitabınız var. Biraz bunlardan bahsedebilir misiniz?

Kadınlar Ekolojik Dönüşümde kitabım 2010’da çıktı. Melbourne Üniversitesin’de cins ve gelişme (gender and development) master çalışması yaptıktan sonra dünyada üç yılda bir değişik ülkelerde yapılan ‘Kadın Dünyası Konferansları’nda ekoloji ve feminizm üzerine bildiriler sunmaya başladım. Kitapta özellikle ekoloji aktivisti kadınların hikayelerine doğrudan yer vererek bir mozaik oluşturmaya çalıştık. Sonra benim ön ayak olduğum Yeni Zelanda’da Toplumsal Ekoloji prensipleriyle yeni göçmen ve sığınmacı kadınlarla yaptığım projenin evrimine de yer verdik. Kars’ın Boğalıtepe köyüdeki kadınların şifalı otlar üzerine kurdukları bir projeye yer verdik. Kitapta Türkiyeli kadınların tohum korumadan Bolivyalı yerli ekofeminist aktivist bir arkadaşımın Ant Dağları’nda kadınların şifalı otlar üzerine deneyimlerine kadar 10 ülkeden kadınların öykü ve görüşlerine yer verdik. Şimdi yalnızca kendi emek ve görüşlerime dayanan II. kitabım üzerinde çalışıyorum. Gıda özgürlüğü yoluyla topluluğu güçlendirme ekseninde bir yapıt… Elbette kadın, cinsiyetçi rollere, toplumsal cinsiyet vb. alanlara dokunan bölümler de olacak.

Özgür Gündem 18.06.2014

emet değirmenci*

Bu yazı ilk  olarak 26 Ekim 2013 de Bianet te yanınlandı.

Ekolojik kriz karşısında yaşamını değiştirmeye çalışan kadını öncelikli olarak sağlıklı gıdaya ulaşmak ilgilendiriyor. Yakınları ve çocuklarını sağlıklı besleme kaygısı onları başka meceralara sürükleyebiliyor. Kendim de yaklaşık 20 yıl önce benzeri bir duyarlılıkla  yola çıkmıştım.  Sevindirici olan bugün kadınların b’r nevi kendi aralarında dayanışma grupları oluşturması…

Siyanürlü altın madenlerinden, Nükleer Santral projelerine ve HES’lere karşı hep en önde yürüyen köylü kadınlarımız da az değil. Hele hele tohumun kendi içindeki kendini var etme potansiyeli ve bilgeliğiyle son yıllarda düzenlenen Tohum Takas Şenlikleri de umut veriyor. Gözle görünür şekilede kadınların neredeyse %80 den fazla insiyatif ve katkı koyduğu görülüyor. Tüm bunları kayda geçirmek gerektiğine inanıyorum.

2013 Mayıs’ında yükselen Gezi Hareketi’nde ise kadın başlı başına ele alınması gerekiyor. Ancak şunu belirtmeden geçmemek lazım: Kadın bu harekette olmazsa olmazlardan ötedeydi. Kamusal ve toplumsal alanda özgürlük şiarıyla dayanışma larını genişletti. Forumlarda% 50 kadın sesi duyar olduk. Genç kadınlar bedenlerinin yalnızca kendi tasarrufunda olduğunun daha çok farkına vardı.

Ekolojik ve onun sonucu olarak yaratılan toplumsal ve ekonomik krizde nasıl ayakta kalacağına kafa yoran orta sınıf kadın katılacağı ekolojik beceri edinme kurslarda kreş talebinde bulunmaya başladı. Elbette ki çocukların bu tür eğitimlerin parçası olması çok güzel olabilirdi. Ne var ki çocuğa kreş arayan da, eğitim alma çabasında olan da aynı kişi yanı kadındı. Kreş konusunu da kadın kadına çözmek gerekiyordu. Çocuk yalnız kadının sorumluluğunda gibi… Eko kadın patriarkal değerlerin çarkında bu denli hapsolursa dönüşümün parçası olmayı yine ‘kızkardeşlerine’ dayanarak yapabilecekti. Erkeğin her zamanki gibi eve asıl para getiren benim” demesi ne kadar eşitlikçi?

Anladığım kadarıyla Slow Food hareketinde yer alan kadınlar mutfaklarına sahip çıkarak sağlıklı beslenmeye odaklanıyor. Kırsal kesimde Slow Food Konviviumlarına giden ve gıda üzerine iş kurmuş güçlü kadılar tanıdım. Kadın tarlasına, tohumuna, bütçesine, hatta uluslararası seyahat özgürlüğüne sahip çıkıyor. Hatta yaptıklarını paylaşmak için acak duruma gelmiş diye sevinç duydum. Umarım onların sayısı günden güne artar. Bunlar ki; işi mutfağın ötesine taşımış olanlar. Ancak kadın gıdasına sahip çıkmak için mutfağına dönsün dersek kadını geri götürmüş olmaz mıyız?  Bizden öncekiler var olan özgürlüklerimizi kadını ev/mutfaktaki dört duvar arasından kurtulması için uğraşmadı mı?

Tarihsel olarak eşitsizliğin belirmesinden bu yana kadınlar, yakacak odun toplama, tohum koruma, yenebilir bitkiler toplamaı ve evcil hayvanları beslenme gibi işleri yapageldiler. Hatta Bangladeş ve Hindistan gibi ülkelerde evin gıda ihtiyacı %70–80 kadınlar tarafından karşılanıyor. Fakat kadınlar toprağı işleyecek hayvan almak için mikro kredi çarkının içine düşerken tarla ve toprağı işleyecek hayvan hakkında yine erkek karar vermekteyse sonuç olarak pek bir şey değişmiyor. Hatta kadının mikro kredi alarak kazandığını gidip savuran birçok erkek olduğu için bu kredilerde fiyasko payı da dikkate alınmaktadır. Böylece kapitalizmin reformlarını destekleyen bilinçsiz kadın yine patriarkal çarka hizmet etme konumdadır.

Kırsal kesime ekolojik yaşam için giden kadın eğer endüstriyel yaşam biçiminden kurtulup tüketmek yerine üretmeyi seçiyorsa toprağa dayalı işlerle boğuşmak zorundadır. Bu durum kent tarımı alanlarında da olabilir. Bu işler ki neredeyse günde 8-10 saat çalışmayı gerektirir. Halihazırda kentte yaşamama rağmen ekolojik olarak kendi tasarladığım küçük sayılabilecek bahçemden çıkan her türlü şeyi değerlendirmeyi ve ürün fazlamı dostlarla paylaşmayı seven biri olarak bunu çok iyi biliyorum. Sebzesinden, şifalı otuna, konservesinden tohum korumaya kadar uzanan işler oldukça zaman alıcıdır. Ev ve ofis temizliği gibi işlerde bir başka kadını kullanmayı reddediyor ve üstüne üstlük ekolojik ayak izinizi de azaltma ilkenizden ödün vermiyorsanız neredeyse tam zamanlı işçisinizdir. Evet, ekolojik işler belki başlangıçta zevklidir. Fakat her zevkli iş sürekli aynı kişi tarafından bir topluluk dayanışmasıyla yapılmıyorsa monotonluk oluşur. Aklınız kamusal alanda olsa da yapmak istediklerinizi sürekli ertelemeniz gerekir. Hatta kurduğunuz çekirdek ailenizde Yaptıklarınız bir gün hakim kültüre kafa tutup sizin yanınızda olduğunu düşündüğünüz eşiniz tarafından değersiz görülebilir. Çünkü var olan patriarkal kapitalist sistemde çabalarınızın bir karşılığı yoktur. Ölçülemez. Rakamlarla ifade edilemez…. Şunu sürekli akılda tutmalıyız; hiçbir hakim kültürün elemanı kendine tanınan ayrıcalıktan kolay kolay vazgeçmez. Vazgeçmek istemez. Başka bir deyişiyle Hak Verilmez. Alınır. Dolaysıyla biz kendimizi ifade etmekte israrcı olmalıyız. Yapılan filimlerde yardımcı oyuncu değil işin aktristi/Aktörü, senaryoyu yazan ve hatta yöneten olmalıyız. Arka planda görünmeyen olmak, ya da yalnızca serviş işlerine odaklanmak var olan kapitalist patriarkal militarist değer sisteminin istediğidir.

Kadın ve doğa aynı kapitalist patriarkal sistem tarafından baskı altına alınmaktadır. Bu sistem erkek egemen olduğu kadar insan merkezli, militarist, sınıfsal, ırkçı, heteroseksüel ve cinsiyetçidir. Oysa hakim kültürü destemenin dışına çıkmak yaiamı bir o kadar zevkli ve renkli kılar.

Çabalarımızla değer sistemlerini değiştirmeye çalışırken evrende her şeyin kozmik bir bütünlük içinde olduğunu da anımsamalıyız. Başka ülkelerin, başka gezegenlerin, başka kadınların, başka ezilenlerin yaptıkları yaşadıkları bize esin kaynağı olmalı ve rüzgarımızla o yönlere esmeliyiz.

Ancak bunların hepsi erkek (ya da başka cinsler) üzerinde kendi varlığımızı üstün görerek kısacası bir başka erk yaratmaya yönelik değildir. O zaman hiyerraşisiz eşitlikçi topluma nasıl ulaşırız? Karar mekanizmalarında söz sahibi olmaya çalışırken; sağlıklı gıdaya erişmeyi, gıdanın demokratikleştirilmesi sürecini bir bütün olarak dikkate almak gerekiyor. Besini işlerken oluşan iş bölümü, toprağa ekilen tohumdan, toprağın nasıl ve kimler tarafindan işlendiğine, onların patronla ve kendi aralarındaki ilişkilerine ve hatta besinimizin hangi yolla kimin tarafindan masaya getirildiğine kadar uzanıyor… Hatta topraksızların toprağına kavuşması da bu bütünün en başta gelen bir parçasıdır. Latin Amerikadan kaynaklanan çiftçi örgütü La Via Campesina’daki kadınlar gibi demokratik agro-ekolojik (1) dönüşüm mesajları dünyaya yayılırken cins konusunu da göz önüne sermek gerekir. Çünkü gıdanın demokratikleşmesi toplumsal ve cinsel iş bölümünden ayrı tutulamaz.

Umarım Türkiye’de hem feminist hem de ekolojist kadınların sayısı günden güne artar ve Türkiye de bir ekofeminist hareket filizlenir. Zamanla da kültürel ekofeministler ve esensialist ya da bir başka deyişle kadın olduğu için güçlürdür vb çizgisine düşmez. Çünkü bu tam da uğraştığımız özgürlük alanlarımızı fazla genişletmez. Kadın doğası gereği doğaya daha yakındır saçmalıkları bizi ancak biyolojik determinizmin kucağına atar. Eko merkezcilik, tanrıça kutsallığı ve anaerkillik ise ekolojik ve toplumsal krizi bir bütün olarak değil, yalnızca belli pencerelerden görerek resmin bütünlüğünü kaçırmak olacaktır. Şunu hep anımsamak gerekir ki; her şey toplumsal olarak şekillenir–iş bölümü de ekonomik değerler de… Temel feminist sloganı anımsayalım: Kişisel Olan Politiktir (Personal is Political)! Bu yalnızca kadın-erkek gibi dualist mantıkla yorumlanacak bir slogan değildir. Tüm cinslerin yaşamını sarsacak bir deyiştir.

21. Yüzyılın birçok alanda olduğu gibi bu konuda bir aydınlanma çağı olacağına inanıyorum. Öyleyse ne mutfak, ne de erkeklerin yönetiminde ekolojik çiftlik… ne de ekoköylerde aksesuar olmak! Sonra İsrail’deki Kibutz (2) ekoköyündeki kadının konumuna düşebiliriz. 1990 dan sonra Kibutz‘a gidip gelenler kadınlarının orada çamaşır yıkayan, çocuk büyüten, ‘mutfağına sahip çıkan’ sıradan bir kadın haline geldiğini ifade etmektedir. Kazanılan hakların geri verilmesi üzücü değil midir? Kazanımların bir de böylesi bir ekomerkezcilikle (3) elimizden kayıp gitmesi söz konusudur… Öyleyse, hakim patriarkal kapitalist endüstriyalist sistemde devrimin parçası olurken hep uyanık kalmak niyetiyle özgür eko kadın hareketi (ekofeminizm)ne merhaba! (ED/ÇT)

(1)Agroekoloji- Gıdaya bütünsel yaklaşmadır. Hayvan yeminden yetiştirilen insan yiyeceği ve çiftliğe ilişkin girdi ve çıktıların kuşaklar arası kaynaşmaya hizmet edecek şekilde kendini yenileyebilir şekilde yerelliğe dayanan pratatiklerdir.

(2) Kibutz, İsrailde Siyonizmle sosyalizmi bağda;tırma deneyimine dayanan bir ekoyerleşkedir.

(3) Ekomerkezcilik 1973 yılında Norveç filozof Arne Naess’in insan merkezli bir yaşamam arşı doğa merkezli bir yaşam olarak öne attığı bir derin ekoloji kavramıdır. İnsan potansiyeli, akıl ve etiği yeterince dikkate alınmaz.

 

* Kadın ve Ekoloji konusunda 17 yıldır çeşitli ülkelerde gözlem yapıyor ve 4 yıldır da Türkiye de ekolojik eğitimler veriyor. 2010 Yılında editörlüğünü yaptığı  Kadınlar Ekolojik Dönüşümde adlı derleme kitabında  kendi proje ve yazıları da yer almaktadır. Kitap, Yeni İnsan Yayınevi tarafından basıldı.

~ Emet Değirmenci*

Bu yazı, ilk Deniz Magazin dergisinin Agustos 2013 sayısında yayınlandı.

 Tüketim çılgınlığı, doğada yarattığı ‘erozyon’ la yeraltı suyunu da kurutuyor. Yanlış arazi kullanımı, hayvancılık ve yanlış tarım uygulamamları toprakları çölleştirirken yağan yağmur suları erozyonla toprak kaybına neden oluyor. Dünyanın tatlı suyu %0.5’e düştü. Türkiye ve Ortadoğu’da yeraltı su seviyesi her yıl 2-5 m arasında adüimektedir. İnsanlar ceplerinden her yıl daha da artan oranda para vererek daha derin kuyular açtırıyor. Akiferin daha derinlerinden su çekmeye devam etmek çözüm olmadığına göre, peki ne yapmalıyız?

 Akiferi, geçirimsiz kayalar içinde suyun depolandığı alan olarak tanımlayabiliriz. Böylesi bir kaynağın oluşması için 500 yıl gerekiyor. Oysa çeşitli su hasadı yöntemleriyle her yıl artan oranda akiferi beslemek mümkündür. Suyu bir düngü içinde kullanırsak su kıtlığı fobisinden kurtulabileceğimiz gibi aynı zamanda ekosistemi de onarmış oluruz. Hatta bu bir yurttaşlık bilinci ve sorumluluğu olmalıdır!

 Döngü halinde suyu kullanmak ne demek?

Gelin, merkezi bir sisteme bağlı olmaksızın su kanallarını birileri kontrol etmeyecek ya da vanaları yerel ölçekte kendimizin kontrol edeceği bazı yütemler üzerine biraz kafa yoralım. Elbette bunlardan bazıları belediyeler ve yerel yönetimler düzeyinde çeşitli düzenlemeler gerektireceği iöin karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmayla olabilecektir.

Öncelikle bir araziniz var ve gıdanızı kendiniz yetiştirmeyi planladığınızı dikkate alalım. Arazinin eğimine göre beşer ya da onar metre aralıklarla birbirine paralel su konturları (swales) oluşturabilirsiniz. 50cm-1m derinliğinde ve 1-2m genişliğinde değişebilecek birbirine paralel açılacak bu su arıkları su depomuz olacak göletlere bağlanabilir. Hendeklerin içi saman, odun, dal gibi suyu hızlı emebilecek yumuşak maddelerle doldurulacağından, hendekler boyunca dikeceğimiz meyve ağaçları, böğürtlen çilek vb gibi yer örtücüler suyla beslenebilecek, aynı zamanda suyu yeraltına doğal olarak enjekte etmiş olacaksınız. Bir başka deyişle akiferi beslemeye başlayacaksınız… Akıp giden suyun fazlası da göller ve daha sonra da dere ve nehirlere karışacaktır. Bu şekilde yalnızca su hasadı yapmış olmayacaksınız. Aynı zamanda araziyi de konturlar boyunca yeni dikeceğiniz meyve ağaçları ve çeşitli bodur ağaç ve çalılarla ekolojik olarak zenginleştirip errozyondan korumuş olacaksınız. Su ve rüzgar erozyonundan kurtulan üst düzey toprağında yaiayan organizmalar sze minnettar olacaktır. Su, adeta bitkiler ve bitki kökleri arasında süzülüp giderken çeşitli mikrop bakteriler ve hendeklere koyduğunuz odunsu bitkiler vasıtasıyla mantarları selamlayıp, berrak aktığı için size teşekkür edecektir. Deredeki kurbağa, ve çeşitli sürüngen hatta kuşlar ve balıklar da bu minnettarlık korusuna katılbilir. Artık oradaki bizim dahi farketmediğimiz ekosistemde onarılma vasıtasıyla yeni canlılara ev sahipliği yapmaya hazır hale gelecektir. Bu ahenkli koroya katılıacak canlıların birbiryle karşılıklı bağlantısını ise siz düşünün…

 Bu da demektir ki yaşadığınız her cm2 alana düşen yağmur suyu yeryüzünün damarları olan dere ve nehirlere, oradan da deniz ve okyanuslara tertemiz olarak ulaşacaktır. Öte yandan bu ekolojik restorasyon ve suyun düngüsel seramonisine hizmet etmeden hoyratça yaşamımıza devam edersek yurdumuzun da baş belası olan erozyonla yalnızca mil denilen siltli toprak yok olmayacak, aynı zamanda bozucu etki (disturbance) nedeniyle ekosistem tam anlamıyla şoka uğrayacaktır. Su konturları ve teraslama vb yöntemlerle yağan her damla yağmur bu sayede toprakta yavaşlatılıp, gezdirilip, sonra da yeraltına emdirilmiş olacaktır.

Böylesi bir suyolu ekositem restorasyonuna dğnya dan örnek vermek gerekirse Hindistan’da 70 li yıllarda Ridge Valley olarak bilinen vadiye uzzanabiliriz. Binlerce dönümlük erozyona uğramış kurak bir alanın su havzası restorasyonu yukarda bahsettiğimiz bu hendeklere değişik setler kullanılarak (ki buna yerel dilde Johad deniyor) suyun arazide koşmasını değil yürümesini sağlamıştır. Çoluk çocuk beş yıl çalışarak ve köylerde tüm kararları köy meclislerinde alarak tepeden aşağıya koca bir cadıyı ağaçlandırıp çiftlik ve tarıma yeniden elverişli hale getirmişler. Hatta tepenin altında olanlar kendi arazilerine sıra gelene kadar suyun biteceği kaygısı taşıdıklarında köy meclisindeki kadınla devreye girerek eğimli bir arazide mantıki olarak mili durdurmanın en alttan değil en üstten başlaması gerektiğini ikna etmişlerdir. Bu da doğrudan demokrasinin merkezi olmayan yerel ölçekte karar alıp uygulamada katılımı ne denli artırabileceğini gösteriyor. Projede kadınların etkin olmasıyla çoluk çocuk yaşlı değişik yaş gruplarındaki insanların kendi ekosistem sorunlarına nasıl çözüm bulabileceklerinin işaretidir.

 Su konturları kırsal kesim ya da bahçesi olanlar için söz konusu olabileceğinden, bir de kentlerden örnek verelim. Oregon bölgesindeki Portland kenti ABD’de kamusal ekolojik alanların genişletilmesi vb ekolojik anlamda radikal projelere ön ayak olan örnek bir yerleşim yeridir. 2011 yılında Portland Belediyesi “Kentte kim akiferi beslerse ödüllendirilecek” dedi. Proje ve uygulamalarıyla arazisinde ve evinde düşen her damla yağmur suyunu kentsel ortamda kirlenmeden toprağa enjekte ederek temizlemek, akiferi beslemek anlamına geliyordu… Buna okullar, iş yerleri, ya da caddelerde betonları söküp yollara, bahçelere delikli tuğla, taş çakıl, mıcır vb yerleştirerek yağmur suyunun yeraltına nüfuzunu sağlamak da dahil. Buna, suyu absorbe eden (permeable) alanlar deniyor. Öteki türlü kentin asfaltlarından akıp giderken suyun kirlenmesi ve rezervleri kirletmesi ve oradaki ekolojiyi öldürmesi söz konusu oluyor.

 Bunun yanında yağmur bahçesi (rain gardens) projeleri var ki; bunlar arka ya da ön bahçelere okullar, hastane, hapishane ve kilise bahçeleri vs. dahil, kent tarımı alanlarında yağmur sularını absorbe edeceğiniz çukur bahçelerdir. Genelde arazinize göre şekil alacak biçimde hafif eğimli şekilde yapılır. Bu bahçelerde toprağa suyun geçirgenliği artırılacak şekilde 10-20 cm kalınlığında yumuşak bir katman oluşturulup sulak alan bitkileri dikilir. Bulardan bazıları gölgede yetişen şifalı otlar, bodur ağaçlar ve böğürtlenler olabilir. Yaşadığım Seattle kentinde, mahallemde koca bir vadide devasa bir yağmur bahçesi parkı yapıldı. Çünkü daha önceki yıllarda fazla yağmurlar nedeniyle evlere sel baskınları olmuş. Bakımını ve ağaçlandırmasını genelde gönüllüler, bir başka deyişle bilinçli ve sorumlu yurttaşlar yapıyor. Böylelikle mahallenin şimdi 10 dönüm kadar bir alandan tonlarca yağmur suyunu akifere indiren ve üstelik herkesin gidip dinlenebileceği bir park oluştu. İki yıl sonra da gittikçe artan flora ve fauna çeşitliliği gözlemeye başladık. Mahalleliler de hem sel baskını tehdidinden kurtuldu, hem de ekololojinin zenginleşmesiyle yaşam kalitelerini artırmış oldular.

Nehirler Özgür Akarsa Su Havzaları Beslenir

ABD’de 2012 yılı birçok eyalette nehirler yılı ilan edildi. Somon balığı yerli halkın (kızılderililer) temel besini olduğundan ekolojistlerce onlarca yıl süren kampanyalar yapılmış. Ne şans ki orada yaşadığım birkaç yıl içinde nehirlerin serbest akması kutlamalarına rastgeldim. Yılladır uğraşanlara binlerce teşekkür… Sonuçta hepsi olmasa da bir dizi nehir için baraj kapakları açılmış oldu.

Oysa yurdumuzda HES projeleriyle serbest akan derelerin önüne set çekilme seferberliğiyle film tersine işletiliyor. Esen neoliberal rüzgar dere ve nehirlerin özgürlüğünü engelleyerek yalnızca suyu özelleştirmekle kalmıyor. Böylece enerjiyi de tamamen kendi kontrolüne alarak istediği gibi zam yapabilme yetisine ulaşıyor. Yerin kılcal damarları olan dereler ve nehirlerin yalnızca akiferi beslemekle değil, aynı zamanda yeraltının da canlı bir ekosistemden oluştuğunu hesaba katmak gerekiyor.

Bolivya’da 1990’larda Dünya Bankası’nın yabancı yatırımcıları çekmek için başlattığı özelleştirme projeleri 20. YY’da Bolivya halkının başına çorap ördü. Çocuklar bulaşıcı hastalıklardan okula gidemez hale geldiler. Yoksul halk için özel firmaların elinde olan içilecek temiz sudan edinmek çok pahalıydı. Su hakkı için mücadeleyi yükseltmekten başka çareleri kalmamıştı. Dünyaya seslerini duyuran yerliler ve yerel halkın direnişi üzerine çok belgesel yapıldı. En çarpıcılarından biri Hatta Yağmur’u Bile (Even the Rain İspanyolca adıyla También la lluvia)’dir. Cochabamba da genellikle öğrenci ve yabancı imalat fabrikalarında açlık limitinde çalışanlar (sweatshop employees) dişlerini canlarına takarak yabancı-yerli sermayaye karşı sularının serbest bırakılmasını istediler. Binlerce insan günlerce sokaklarda su gibi en temel bir hak için kendilerine uygulanan şiddete maruz kaldılar. Ama sonuşta su savaşçıları Türkiye de doğal gaz yatırımları olan ABD’li Bechtel firmasını kovmayı başardı.

Oysa kadim yerli kültüründe çocuklara daha doğduğu andan itibaren suyu toprağı nasıl koruyacağı öğretilir. Beyaz adam ise şimdilerde küresel iklim değişiminde karbon döngüsünden ne kadar para kazanacağının peşinde…

Görüldüğü gibi yaşadığımız yerin kötü su yönetimlerine ve kuraklığa mahkum olmak istemiyorsak çözümler üretmemiz mümkündür. Hatta bu yüntemlerle arazinizde birkaç yıl sonra pınarlar fışkırabilir. Yeni su toplama havzaları yaratmak ve var olanları iyileştirmek için radikal bir öneriyle yazımızı bitirelim. Yer altı suları eğer içilebilecek durumdaysa sadece içme suyu olarak kullanılmalı. Sulama için yağmur suyu hasadı, gri su dediğimiz mutfak ve banyodan çıkan suyun biyolojik yöntemlerle iyileştirilerek tekrar kullanılması sağlanmalıdır. Hatta siyah su dediğimiz lağım suyu da buna dahildir… Sondajla suluama suyu çıkarılması durdurulmalı. Bu durum aynı zamanda arazi spekülasyonununu da azaltabilir. Öteki türlü canlı yaşamını yok eden küresel iklim krizinde bu sene suyu olan toprak birkaç yıl sonra susuzlukla yüzleşebilir. Gittikçe derinleşen kuyulara akıtılan paralar da susuzluğu kurtaramayacaktır. Ayrıca unutmayalım ki akiferden çekilen her damla su gelecek kuşakların hakkından çalmaktır. Yağmur suyu hasadı ve o bölge ve iklime dayanıklı ağaçlarla su yollarımızı onarmak mümkün!

* Yazar Jeofizik mühendisi olup ekolojik yaşam tasarımcısıdır. Son 16 yıldır Avustralya, Yeni Zelanda ve ABD de yaşayarak ekolojik yaşamın değişik bileşenlerine ilişkin edindiği deneyimleri eğitimlerde paylaşmaktadır.

KAYNAKLAR:

Aquifer Depletion http://www.eoearth.org/article/Aquifer_depletion

Ridge to Valley – a Holistic Watershed Perspective

http://permaculturenews.org/2013/01/31/ridge-to-valley-a-holistic-watershed-perspective/

Türkiye Kuruyor http://www.yesilgazete.org/blog/2013/03/20/ozel-haber-ortadogu-ve-turkiye-hizla-kuruyor/

Rainwater Harvesting for Drylands and Beyond by Brad Lancaster http://www.harvestingrainwater.com/

14 yıl İstanbul Teknik Üniversitesinde sismoloji uzmanı olarak çalışan Emet Değirmenci, Avustralya’da 2000 yılında edindiği ekoturizm diplomasına ek olarak 3 permakültür sertifikası aldı ve yerel topluluklara ilişkin deneyimlerini ve aldığı eğitimlerden öğrendiklerini paylaşma yoluna gitti.

Türkiye’de, yerellik, ekolojik restorasyon ve permakültüre yönelik eğitimlere katkı koymasının yanında 2012 yılında Van’da meydana gelen yıkıcı deprem sonrası sismoloji ve permakültür deneyimlerini birleştirerek Türkiye’nin ilk afet sonrası ekolojik restorasyon/permakültür projesine de ön ayak oldu.

Emet Değirmenci, “Kadınlar Ekolojik Dönüşümde” kitabının da editörü ve projesinin geliştiricisidir.

Bilkent Üniversitesi’nde Arkeoloji ve Sanat Tarihi eğitiminin ardından bir süreliğine Çanakkale’de Klan Çiftliği’nde gönüllü olarak çalışan ve daha sonra Norveç’te UMB’de Agroekoloji masteri yapan dostumuz Selen Çağlayık Eloğlu’nun Emet Değirmenci ile Yeşil Gazete için yaptığı söyleşiyi siz değerli okurlarımızla paylaşıyoruz.

Selen Çağlayık Eloğlu’nun agroekoloji üzerine yazılarına Selen’in Agroekoloji Günlüğü sitesinden ulaşabilirsiniz.

* * *

Permakültür Nedir?

Emet Değirmenci

Permakültür kalıcı kültür (permanent culture) olarak Avustralya’da Bill Mollison ve öğrencisi David Holmgreen tarafından 1970′lerde öne sürüldü. Zaman içinde bütüncül bir ekolojik yaşam tasarımı paketi olarak şekillendi. Permakültür merkezi olmayan toplumsal düzeyde karşılıklı bağlılık ilişkisi temelinde enerjiden su hasadına, atık yönetiminden verimli arazi kullanımına, ekonomiden topluma kadar pratik yöntemler içerir.

Permakültürün ilk çıkışı kalıcı tarım  ağırlıklı idi. II. Dünya savaşından sonra petro-kimya ürünü sunni gübreler  (buna böcek ve yabani ot öldürücüler de dahil) dünyanın topraklarını hızla çölleştirmekteydi. Permakültürden önce de  alarm ilan eden bir dizi düşün insani oldugunu belirtmek gerekiyor. Bu bağlamda bazı önemli kitaplardan söz edersek; 60′larda  Rachel Carlson’ın Sessiz Bahar ı, Murray Bookchin’in Sentetik Çevremiz ve Fukuoka‘nın geliştirdiği doğal tarım yöntemleri ve felsefesini içeren yayınları…Hatta bundan da öncesi var. 1915′de  ABD’li tarım bilimcisi  Franklin Hiram King’ in  40 .YY’ın Çiftcileri  (Farmers of Fourty Centuries: Organic Farming in China, Korea and Japan)  kitabı Asya’da geleneksel tarım pratikleri açısından kalıcı tarıma  dikkat çekmekteydi.

Permakültüre sağ duyuyla ulaşılacak doğru yol diyenler de var.  Buna tam anlamıyla  katılıyorum. Bu algıya bir örnek Avusturya Alp’lerinde 60′lı yıllardan bu yana ekolojik tarım ve ekolojik yaşam teknikleri uygulayan Sepp Holzer‘dir.  Kendisinin permakültür deyiminden 80′lere kadar haberi olmadığından bahseder;  “Bir gün bana senin yaptığın permakültür dediler” şeklinde dile getirir. O’ndan sonra çıkaracağı kitabına Sepp Holzer Tekniğiyle Permakültür adını verecektir. Sepp Holzer bugün dünya çapında  (Portekiz’deki Tamera Ekoköy’ünün su projesi dahil) büyük ekolojik projelere imza atıyor ve yaptığının ekolojik restorasyon olduğunu vurguluyor.

Permakültürün içeriğine baktığımızda yerli (indigenous) ve geleneksel kültürlerden çok fazla öğe buluruz. Örneğin, kardeş bitkiler Amerikan yerlilerinin tarıma geçmesinde uyguladıkları üç kızkardeş olarak adlandırdıkları (mısır, fasülye ve kabağın) birlikte ekim yöntemidir. Gıda ormanı yaratırken ağaç birliktelikleri (Guild) sistemi uygularız.  Bu da diktiğimiz ağaca gerekli mineralleri  toprağın derinlerinde getirecek bitkiler demektir.  Aynı zamanda kardeş bitkiler gibi bakteri, mantar vb bitki hastalıklarına karşı doğal yöntem olup aynı zamanda yararlı böcekleri çekme özelliğine sahiptir. Aztekler döneminde yapılan arkeo ekolojik araştırmalarda tıpatıp bu yöntemleri izlediklerini görüyoruz.  Sonra bazı bahçe tipleri var. Örneğin  Anahtar Deliği Bahçesi Uganda ve Kenya’dan,  Mandala Bahçesi Tibet Budist’lerinin pratiklerinden, biyokömür ise Brezilya yerlilerinin Amazon ormanlarında toprağı  zenginleştirmek için kullandığı bir yöntemdir. Bilginin evrensel olduğu dikkate alınırsa birbirimizin pratiklerinden öğrenip uygulamamız olağandır. Ne var ki şeylerin birbiriyle  bağlantısına ve sürekliliğine atıfta bulunalım ve o partikleri bize ulaştıranlara minnettarlığımızı da belirtelim. Hiçbirşeyin gökten zembillle inmediğini bilelim. Çinde Lost Plato ve Hindistanda Rift Valley’nın restorasyonu gibi daha bir çok örnek verebiliriz. Permakültür isim olarak bizi birleştiriyor. Endüstriyel monokültürel gidişe ve desantralize pratikleri gün ışığına çıkarıp  hatta bunlara modern teknolojiyle yenilerini ekleyerek halka kendine yeterliliğin mümkün olduğunu gösteriyor.

Bugün içilebilir suyun dünyada %0.5′e düşmesi ve akiferin kuruması alarm verici düzeyde su hasadına yönelmemiz gerektiğini gösteriyor. Biyosferin hızla aşınmış olduğu gerçeği bize her yerde ekolojik restorasyon gerekliliğine işaret ediyor.  Ekolojik bilgelikle ve ekolojik ilkelere göre öyle tasarımlar yapmalıyız ki insan hem kendi yaşamı, hem de içinde bulunduğu yaşam süreçlerini kendi kendine çevirebilecek şekilde sürekliliği olan dirençli sistemler kurabilsin.    Permakültürün üç etiğine  (yeryüzünü koru, insanı koru ve fazlanı paylaş) ve prensiplerine (karşılıklı bağımlılık, cok fonsiyonluluk vb. ) baktığımızda permakültürün ‘Uygulamalı Ekoloji’den çok şey aldığını görürüz. Örneğin, Fritjof Capra’nın, Schumaher College’da verdiği derslerde ekolojik ilkelerin öğretildiğini görürken Murray Bookchin kitaplarında (Özgürlüğün Ekolojisi, Toplumu Yeniden Kurmak, Ekolojik Bir Topluma Doğru vb.) ekolojik bir toplumda karşılıklı bağlılık ve dayanışmanın esaslarını toplumsal düzeyde anlarız.

Permakültürün dünya için önemi nedir? Permakültür dünyanın değişen koşullarında ne sağlamaktadır?

Permakültür ekolojik ve sürdürülebilir yaşam döngüsünü betimleyen bir terim. Permakültürde bitkiler, hayvanlar, tabiat, barınaklar, insanlar ve toplulukların uyum içinde hayatiyetini sürdürmesi temel gaye.

Permakültür kapitalist tüketim toplumunun geliştirdiği kıtlık toplumu yerine ekolojik tasarım ilkeleriyle bolluk toplumu yaratabilmenin mümkün olduğunu gösterir.  Tasarımlarımızda insan gereksinimlerini odak alırız ancak insanı merkeze koymayız. Çünkü dikkate alacağımız insan ögesi kapitalist tüketim toplumunun bir ferdi değil, yaşam pratikleriyle kendini doğanın bir parçası olarak adapte etmiş modeldir.  İnsan etrafında gereksinim duyduklarıyla beraber yaşayan bir ekosistem oluşturur. Dünyayı atık yığını haline getiren yanlış tasarımlar masum değildir. Bilmeden “yanlışlıkla” tasarlanmış da değildir.  Ekolojiyi ekonomiden ayrı tutup, sürekli büyümeye odaklanan kapitalist sistem,  kuyumuzu kazdı. Yediğimiz, içtiğimizle vücudumuza 218 toksik atık biriktiği belirtiliyor.  Bu da hasta birey, hasta toplum ve birbirine şiddet uygulayan insanlar demektir. Ancak sistem bu kez de bacasını ve paketini yeşile boyayarak sürdürülebilir olmaya çalışıyor. Buna da dikkat etmek lazım.

Biraz daha derinden toplumsal olarak bakarsak endüstriyel-kapitalist sistemde ilişkilerin de tüketildiğini görürüz. Oysa ekolojik bir tasarım doğası gereği yapıcı ilişkiler harmanıdır. Karşılıklı olarak birbirini destekleyen, besleyen ve büyüten (hatta kompost gibi değerli bir madde olup dönüşüme sokan) bir ilişkiler ağının örülmesi üzerine kurulur. Öyleyse karşılaşılaştığımız problemlerde çözümü dışarıda değil, problemin içinde arayan ve çözümün  parçası olmak için sorumluluk alan insan modeline gereksinim vardır. Bu da kendi kendine işleyen otonom ekolojik bir sistem kurmak anlamına gelir.

Permakültür kursu hayatımızda ne tür değişiklik yaratabilir?

Permakültür,  etik ve ilkeleri vasıtasıyla ekolojik tasarımlarımızda yaşama bütünsel bakmamıza yardımcı olur.  Elbette bu önceki alt yapımıza ve kursta alınan ip uçlarını derinlestirmeye ve en önemlisi uygulama yapmaya bağlıdır. Örneğin suyunuzun nereden geldiği ve size ulaşana kadar hangi döngülerden geçtiği, hangi izleri taşıdığı bütünsel bir ilişkiler zinciridir.  Amerika’da ilk verdiğim permakültür tasarım kursundan sonra bir  öğrencim şöyle demişti: “Önce kompost yapmayı öğrenmeye çalışıyorum, sonra da bahçemi tasarlıyacağım. Daha sonra evimde daha az enerji kullanma yöntemleri sırada. Şimdi artık mahallememin sokaklarından geçerken ne kadar yanlış tasarlandığını görebiliyorum.”

Elbette bu düzeyde bir yorum yapabilmek için ekolojik bir alt yapı olduğunu varsayıyoruz.  En önemlisi büyük resmi de görebilmek… Atık üretmeyen ekolojik bir tasarım yapmak ve bu tasarım sırasında enerji döngülerini en verimli şekilde kullanmayı kavramak bir süreç meselesidir. 72 Saatlik bir sertifika  kursunda (ki; bu aslında konuya bir giriş niteliğindedir)  biyosferdeki çeşitli enerji döngüleri (karbon, su, besin döngüsü vb)  hakında bazı ipuçları verebiliyoruz.  Daha sonra isteyen istediği konuda derinlik kazanabilir. Örneğin sırf arıcılığa soyunanlar olduğu gibi yalnızca kompost türlerine yoğunlaşmak, su ve enerji hasadı, hayvanların ekosisteme entegrasyonu vb olabilir.

Siz permakültürü yaşamınızda nasıl uyguluyorsunuz?

Emet Değirmenci, Yeni İnsan Yayınevi’nin ekoloji dizisinden çıkan, “kadınlar ekolojik dönüşümde kitabının da editörü

İlk permakültür sertifikamı 1997′de Türkiye de Max Lindegger’den edindikten sonra   Avustralya ve Yeni Zelanda’da bulundum ve oraların iklim ve coğrafyalarında hem gözlem yaptım hem de özellikle toplumsal projelerde (ekoköy girişimlerinden toplumsal kent bahçeleri kurmaya kadar) deneyim kazanmaya çalıştım. Köy kökenli olup toprakla ilişkimi her gittiğim yerde  korumaya çalışmıştım. Toplumdaki iş bölümü ve toplumsal ekoloji felsefesine, permakültürden onlarca yıl önce kafa yormaya başladığımdan şanslıydım. Yeni Zelanda’da sığınmacı yeni göçmen kadınların önderlik ettiği Innermost Gardens projesini kurduk. Projeyi oturtmak için 3 yıl ailemin zamanından da çalarak yoğun emek verdim. Hatta o zamanlar orta okulda olan oğlum hakim kültür altında  etniklere dayalı bir projeyi yoktan var etme çabalarımızı hala çok canlı anımsıyor.  Her büyüyen ağacın resmini ve projedeki değişiklikleri ailecek heyecanla izliyoruz. Bugün Wellington’un merkezinde çok kültürlülüğü esas alan permakültür eğitimi de veren  ve yerli (Maori) bilgeliğini esas alan örnek bir yerimiz var. Proje alanı değişik okul ve toplum gruplarının eğitim mekanı da oldu. Üzerine master ve doktora tez konuları yapılıyor. Bu arada  bu projenin annesi olarak uluslarası bir ödüle de layık görülmenin tadını da yaşadım ama herşey kollektif bir çabanın ürünü olduğu için o sıfatı da grubumuza atfettim.

Son yıllarda Türkiye’ye yılda bir kez gelmeye çalışıyorum ve değişimleri yakından izleme, olabilirse eğitimlere katkı sağlamaya çalışıyorum.  Amerika’daki permakültür hareketinde bir Türkiyeli olarak yer alıyorum ve kadim Anadolu kültürünü yansıtmaya çalışıyorum.  Son olarak Erciş’de yaptığımız deprem sonrası ekolojik restorasyon projesini tanıttım. Seattle’ın serin ikliminde kendine yeterliliğe önem veriyor, olabildiğince sebze ve meyveyi kendim yetiştiriyorum. Arılarımdan elde ettiğim balın fazlasını komşularımla paylaşıyorum. Onlara sırf estetik için değil gıda için polinasyon bitkileri ekmelerini öneriyorum. İnsanlar gelip geçerken durup bir bakıyor küçük kent çiftliğime… Çünkü  hep yeni bir şey ilave ediliyor. Ya bir heykel ya bir ağaç vs.  Dolayısıyla yok etmek istediğimiz bir ağaçtan basit bir bank ve sehpa yaptım. Yol kenarında bir sosyalleşme köşesi oldu. Bazen onlara toplayıp bir tutam salatalık ürün veriyorum. Öğrenmek isteyen gençler geliyor. Ben yokken bahçeye bakıp mevsimlik ürünlerden yararlanıyorlar. Ayrıca mahallemde neredeyse her köşede bir toplum kent bahçesi var. Onlara tasarımlarında fikir veriyorum. Fide vb ürettiğimin fazlasını verdiğim de oluyor. Arkadaşların düzenlediği permakültür kurslarına konuşmacı olarak davet ediliyorum. Yetiştiremediğimi ‘Takas Festivalleri’ nde değiş tokuş yaparak sağlıyorum. Bu yolla mahallemde  karşılıklı bağlılık üzerine bir yardımlaşma ağı örerken karbon ayak izimi de azaltmış oluyorum. Seattle’da ABD’nin en büyüğü dedikleri gıda ormanı oluşuyor. Vakit buldukça benzeri projelere de katkı verme çabam da oluyor.  Böylelikle kavramı içselleştirirken permakültürün 3. etiğini de hayata geçirmiş oluyorum. Üstelik bu yolla insana dokunmanın zevki başka oluyor.

Topraksızlaştırılan ve ötekileştirilen insanlar çekiyor beni…  Kısacası ötekileştirilen insanların yaşadığı  sosyal ve çevresel ekosisteme nasıl katkıda bulunabileceğime kafa yoruyorum. Innermost Gardens gibi gecen sene Van depremi sonrası  Türkiye’nin ilk permakütür projesini oluşturabiliriz diye yola çıkmam bu nedenleydi…

Permakültür Sertfika kursu neyi amaçlar?

Permakültür kursuyla öncelikle ekolojik yasam tasarımı için neler yapılabileceği üzerine olasılıkları görüyorsunuz. Dünyadaki başarılı örnekleri gösteriyoruz. Eğer yaptığınız uygulamalarda  ehil hale gelmişşeniz siz de öğretici durumuna gelebilirsiniz. Bu ağa dahil olup sürekli kendinizi yenileyip yeni dostlar edinirsiniz.

Permakültür İstanbul gibi büyük kentlere neler sunuyor?

Nüfusunun % 70-80 gibi bir oranının kentsel dönüşüme maruz kaldığı, köylülüğün kaldırıldığı bir dönemden geçiyoruz. Oysa küresel iklim değişimine karşı  çözümler üretilmeye odaklanıldığı dönemde köylülüğü artırıp özümüze dönmemiz gerekiyor. Bir zamanlar hepimiz köylüydük. Hepimiz yerliydik ve yerel üretip yerel tüketiyorduk. Köylü, atık üretmeyen sistemi kendisi  tasarlıyordu. Karbon ayak izi neredeyse sıfırdı. O halde ekolojik restorasyona  kırsaldan değil, kentlerden başlamak daha da önceliklidir. Zaten bazı ögrencilerimiz permakültür kurslarına giderken köylü olmayı öğrenmeye gidiyoruz diyorlar.   Dolayısıyla önce bir arazimiz olacak, sonra da üstünde permakültür uygulamaları yapacağız diye beklemeye gerek var mıdır? Atıkları küçük alanlarda dönüştürüp minicik alanlarda dikine bahçe dizaynlarıyla işe başlanabilir. Yaşadığımız alanlarda enerjiyi akıllıca kullanabilir hatta üretebiliriz. Örneğin, biyoenerji ki; bugün algi (algea) besin maddesini  serada üretmek mümkün. Mutfak, balkon ya da banyo gibi birçok alanda solucan kompostu yapmak mümkün.  Ben bir çeşit fermente kompost olan bokaşi kompostumu kendi geliştirdiğim bir yöntem ve küçük bir düzenekle üretiyorum. Suyunu da bitkilerimi beslemekte ve hastalıklarını tedavide kullanıyorum.

Kent bahçeleri ve permablitz gruplarına katılabilirsiniz. Yoğun yapılaşma gerçeğine rağmen çatı bahçeleri yapılabilir, belediyelerden toplumsal kent bahçesi için arazi istenebilir.  Böylece rant peşinde koşanlara da başka tür ‘dur’ diyen bir kesim oluşabilir. Toprakta büyütmek değil kompost vb ile toprak büyütmeyi öğrenmek önemlidir.  Ana okulundan başlayarak okullarda ve üniversitelerde kompost yapılması hem kantin atıklarını dönüştürmede (ki; yemek atıkları içinde bunlar %70 dir) hem de  gelecek kuşakların toprağı tanıyarak yetişmesi anlamına gelir. Böylece kantinlerinde kendilerinin ürettigi sağlıklı yiyecekler satmış olurlar. İlkokullardan üniversitelere ve iş yerlerine kadar dünyada bunun çok örnekleri var.  Böylece kamusal alanlarda atık azaltma ve dönüştürmenin yanında enerji tasarrufu da sağlanmış olur.  Avustralya’nın öncü permakültürcülerinden  Robyn Francis bir makalesinde toprakla  uğraşmanın içerdiği  serotonin hormonundan bahseder. Toprak büyüten insan mutludur.  Sonra betonlar kırılıp yağmur bahçeleri (rain gardens) yapılarak akiferin beslenmesi sağlanabilir.  Atık su denilen çamaşır ve bulaşık suları hemen yerinde değerlendirilip bahçeler beslenebilir.  Bugün siyah su dediğimiz lağım suları Almanya ve Japonya gibi ülkelerde yeşil bina projeri kapsamında ele alınıyor. İş yeri ölçeğinde de uygulamalar da var. Kentlerin Özgür Ekolojik Geleceği makalemde değindiğim gibi bir kültür birikimi olan kentleri daha zevkli yaşanır hale getirmek mümkün! Elbette bunun için belediyeler,  kent plancıları,  mimar odalarına vb yerlerle koordineli çalışmak gerekmektedir.

Editörlüğünü yaptığınız “Kadınlar Ekolojik Dönüşümde” isimli bir kitabınız yayınlandı. Nereden esinlendiniz ve bu kitabın nasıl bir etki yaratmasını bekliyorsunuz ?

“kadınlar ekolojik dönüşümde” kitabı ile Türkiye ve Dünya’nın çeşitli yerlerinde ekofeminizm üzerine çalışan kadınlar mücadele ve deneyimlerini paylaşıyorlar

Evet, Yeni İnsan Yayınevi’nden 2010′da çıktı ve epey kadına (ve kadınları anlamaya çalışan erkeklere) esin kaynağı oldu. Kitaptaki öyküler ise sıradan bir kadına, bak ben de yapabilirim diye teşvik etmesi için yazıldı. Bu anlamda kitap hedefine ulaştı! Aslında editörlük yerine derleyen demek lazım belki de… Değişik ülkelerden ekoloji ve kadın aktivizminde yüzyüze tanıdığım birçok kadına çağrı yaptım kitap için. Kars’ın Boğalıtepe köyündeki kadınlarla yaptığım bir söyleşi ve Yeni Zelanda’daki İnnermost projemiz hakkında deneyim paylaştığım bir makalem de var içinde. Evrensel anlamda kadınların yazılı tarihini geliştirmek açısından önemsiyorum bu tür projeleri. Çoğu arkadaş ilk kitabımın daha başka olmasını bekliyorlarmış. Belki daha felsefik ve politik… Sırada başkaları var deyince rahat ettiler. Kafamda üç kitap projesi daha var. Biri Anadolu’daki geleneksel ekolojik pratiklere ve onların öykülerine yönelik olacak. Biri benim yıllardır yerli ve yerel insandan esinlenmelerimi kısacası doğrudan deneyimlerimi ve neredeyse 20 yıla yaklaşan yurt dışı seyyahlığımı içerecek. Bir merkezi sisteme bağlı olmaksızın atık mantalitesi olmayan yaşam pratiklerine dair… Hepsinde toplumsal ekolojik bakış açısı temel alınacak ve elbette cins ve ötekileştirilmişlerin renkli öyküleri de… Üçü de üç kızkardeş gibi lüle lüle saçlarına taktıkları kırmızı karanfillerle yanyana yürüyüp ha bire yüzüme bakıyorlar ne zaman sıra bize gelecek diye.

Röportaj: Selen Çağlayık Eloğlu

(Yeşil Gazete)

http://www.yesilgazete.org/blog/2013/05/22/beni-otekilestirilmis-insanlarla-calismak-cekiyor-emet-degirmenci/

Published in Permaculture Activist,  Issue #87, February 2013.

Permaculture aid

From Absence to Abundance in Turkey

Emet Değirmenci and Yeliz Mert

As a former seismologist who has taken many field trips to measure aftershocks, I (Emet) have seen how difficult earthquake survivors’ lives can be. Currently, I’m a permaculture designer and teacher. After the deadly earthquake in Van, Turkey on Oct. 23, 2011, I issued a call to the permaculture-related groups in Turkey. It took us seven months to become organized and complete the assessment of local needs, and match those needs with the available skill set. Also, some team members were living abroad when the earthquake occurred.

Our group, consisting of one instructor, two new permaculture designers including Yeliz and one amateur documentary maker, delivered a permaculture aid program to the survivors over five days in July 2012. Our budget from small individual donations was less than US$1000. We didn’t want any funding from institutions because aid distribution is often corrupted following earthquakes and other natural disasters. Also, the area, which is predominantly Kurdish speaking, was quite politicized. We decided to keep the project independent and not to be manipulated by any groups in any way.

The project that we implemented included a winter vegetable garden built and planted with hugelkultur technique, biochar stove and solar oven construction, seed sprouting, vertical gardens, food-forest establishment techniques, herb spiral, hot composting, and a grey-water treatment. Ercis was the epicenter of the earthquake. One-third of the town was destroyed, and more than 500 hundred people died, with many wounded. We named the project the Van-Ercis Post-Disaster Ecological Restoration Permaculture Project. With the motto, “From Absence to Abundance,” we aimed to eliminate the negative influence of the words such as disaster and earthquake and to show how much we can do with the things that are called waste without realizing its value.

The people and the location

A five-day intensive hands-on project was held in our host Ceylan’s extended family’s courtyard garden, and we also used the Technical High School in Ercis for the biochar stove and solar oven workshops. The eldest of the family, a 78-year-old grandmother, has been living in this location with her three children, three daughters-in-law and eight grandchildren in different houses. While walking through the streets of Ercis, we witnessed the wreckage and cracked buildings of empty houses and workplaces at every corner, although most of the debris had been cleared. Like a movie scene, this disaster was first-hand reality for Ceylan’s family. The local people we met in Ercis instantly started telling their memories of the earthquake without even being asked, demonstrating how people are still traumatized. They kept telling about where they were and what they felt when the earthquake occurred, showed videos recorded at the moment by their cell phones. It seemed as if another wound is inflicted at any moment. Asuman, who is the mother of our host family during the project, lost almost all of her biological family members in the earthquake. She and her three sons were hardly able to speak despite getting psychological treatment in the last seven months.

The project venue and its constructive dynamics had been arranged by our local organizer, Malik Durmaz, and the program was free for the locals. We determined to use all recycled materials as much as possible. We walked around and collected anything useful we saw along the roads under the debris, sometimes even horse or donkey excrement or bones. Most days, we sent our local friends to the grocery stores early in the morning to collect their waste for our gardens, herb spiral, and hot composting during the workshops. Although this was embarrassing for them at the beginning, they said after a couple of days, “It’s become a habit now. We look at everything that can be used as a resource when we walk along the streets.”

When we first arrived in Ercis to assess the situation on the ground, we realized that our original program wasn’t going to cover the local people’s emergency needs. We modified our plans accordingly. For instance, after noticing dirt and smell at a corner of the garden where the children play because of the grey water coming from one of the houses, we decided to include a grey-water treatment in the program. Also, there was a wonderful fruit orchard in the garden, but all the bee hives had been destroyed. There was no money or time to replace them on this visit. Therefore, we decided to show how the orchard can be transitioned to a food forest, beginning with comfrey under the fruit trees and cover crops planted along swales. Likewise, we showed how to produce sprouts from seeds that are suitable to their taste, in order to increase nutritional value of the foods, which is especially important in times of scarcity. We foraged in the fields around the town to collect some endemic species to create a special herb garden, because we heard that most of the herb species for their special cheese, Van otlu peyniri, were almost extinct due to careless harvesting for the market economy. These herbs are also used for medicinal purposes and first aid.

Another point is that when we went there to assess the locals’ needs before the workshop, we noticed that some women could not speak Turkish. In response, we created a Kurdish program poster, and found an interpreter for the workshops. We opened the circle using couple of Kurdish words we were learning from the locals every morning.

During the project, instead of showing only how to apply techniques, we made an effort to share the idea of permaculture design by explaining every technique’s benefits in holistic design. For example, we explained to our participants how we positioned hugelkultur in the garden, the function of layering, why the herb spiral is important, how we can harvest sun and water using low-tech approaches, and how to sprout seeds to increase their nutritional value. Moreover, as soon as we arrived there, we guided our host family to collect the organic matter coming from their kitchens and shared the reasons for recycling kitchen wastes. We sometimes asked for rotten foods from markets. All these were elements that helped our participants adopt the main idea of our project. Looking at what we called waste in another way and therefore being self-sufficient instead of being dependent, were the things that we could naturally narrate to our participants, our hosting family, the women, and the children in the family.

Our participant range was diverse—students and lecturers from Ercis Vocational Institution and Centennial University of Van, farmers, those who wanted to learn greenhouse growing or who wanted to do gardening in their private gardens, people from the agriculture department of the municipality, and even two prisoners from an open prison. Additionally, the children were active from the very beginning until the end. They worked with us when we were sowing seeds, preparing the soil mixture for plastering a giant herb spiral, and the like.

ErcisSpiralGardHerb spriral planted with native cullinary and medicinal herbs

We opened our first day of the project with a circle and let our 78-year-old grandmother lead us with her wisdom. We continued this pattern on the following days. In the circles, we asked the participants to introduce themselves in the way they were most comfortable. During our learning sessions, we were attentive to their contributions. We learned about the use of endemic plants in the local diet. We cooked our dinner together every day. We offered free lunch to the participants, ranging from 20 to 35 every day, showing clearly that we were there to share our knowledge and to create something together rather than take something out. This is why our project was also successful in terms of social influences. Above all, having women and children involved in the project made them contemplate themselves and their needs in life from another point. Sevgi, who documented the project with her partner Yasar shared her perspective.

“Among the participants, Asuman was one of the most curious about our ecological restoration applications during the project. In the solar cooker and biochar workshops, she followed Emet’s every word, as she wanted women to be able to use tools in the workshop as well. She used a drill for the first time in her life. She drilled a hole in a used grease bucket at the bottom—it was the first time I saw her grinning from ear to ear since we arrived.”

Another woman participant, named Leyla, also surprised everybody by saying, “the earthquake doesn’t care if you’re a woman or a man—women have to learn survival skills too.”

Emet emphasized the important role in the project for neighborhood children who were traumatized by the earthquake, “In the beginning, I told them to listen and watch us during the day and throughout the project so that they could draw what they were affected by. All children used a board that was already prepared for them and that was named by the children themselves as Red Kid Board where they pinned their drawings and their poems. They made us sometimes smile, sometimes cry, and always think. On the last day, I was very much influenced by the children’s theatrical demonstrations. One girl was telling us about fungi and how they help trees communicate with each other. There was also a hip-hop song, composed and written by them, about the earthquake, which made all of us cry. We were very much impressed by the scenes the children illustrated. They portrayed all too realistically their friends, siblings, and relatives who were trapped in the wreckage.”

The Van-Ercis project was the first project where permaculture has been used for aid in Turkey. We hope this first step will lead to a permanent permaculture aid group in this earthquake-prone country. Emet explains, “The seeds that we sowed in hugelkultur, greenhouse, and food forest with our children and our elders, are going to grow and spread to other projects too. Something tells me this was just the first step in our country.” Ercis’ experience was a representative project for us of becoming whole with people, land, culture, differences, and despair as permaculturists.

We began the work in Ercis with heart and soul. We succeeded in this project because we respected the land and culture as well as the people. We are thankful to our donors and permaculture friends who were willing to help out, including from overseas. Our gratitude goes to the Ercis Technical High School which opened its classrooms for our biochar and solar cooker workshops. Also many thanks to the individuals who made donations to help our dream come true! ∆

Emet Degirmenci completed the Permaculture Design Course in 1997 and has been practicing permaculture around the world. She is the founder of Innermost Gardens in Aotearoa (New Zealand, http://www.innermostgardens.org.nz/  Emet teaches permaculture in her home country Turkey, as well as offers her design services and lectures in Washington (http://nwpcchistory.blogspot.com/). Yeliz Mert is a permaculture trainee and masters student in Sustainable Territorial Development, currently in Italy, where she visits ecovillages and permaculture sites. She is committed to work and contribute to a better life and is willing to spend the next few years in learning, experiencing, and practicing permaculture more deeply worldwide. View a photo album of the Ercis project at https://www.facebook.com/media/set/?set=a.10151018840673637.455182.335518878636&type=3 and videos at http://www.youtube.com/watch?v=ghU36eQP3Fc and http://www.youtube.com/watch?v=DSRaKwyZ18A&feature=youtu.be.

Emet Değirmenci*yle – Agroskop Dergisi 2012 güz sayısı için söyleşi

İsterseniz söyleşiye, öncelikle “Permakültür” kelimesinin anlamıyla başlayalım. Permakültür nedir?

Permakültür, sözcük anlamıyla “permanent culture” yani “kalıcı kültür ya da kalıcı tarım” demektir. İnsan yerleşimiyle ilgili (elbette evcilleştirilmiş hayvanlar da dahil) barınak, enerji ve sudan toplumsal olarak kopan ilişkilere kadar bir çok alanı içerir. Karşılıklı yardımlaşma ve paylaşımla yerel ekonomiye dayanan kendine yetmeyi amaçlan ekolojik yaşam biçimi tasarımıdır. “Aslında bu Anadolu’da yok muydu, neden yabancı bir terime gereksinim duyduk?” diyebilirsiniz. Diğer ülkelerden özellikle geleneksel ve yerli (indigenous) öğrendiğimiz şeyler pratik olarak yaşamımıza merkezi olmayan öğeler katıyor ve zenginleşiyoruz.

Kısacası biz başkalarından öğrenirken, eminim ki bizim de başkalarına öğreteceklerimiz var. Çünkü Anadolu Sumerler öğrenebileceğimiz Mezopotamya ya kadar bize aktarılan ve sunulan bir zenginliğe sahiptit. Örneğin a buğdayın envai çeşidinin evcilleştirilip dünyaya yayıldığı bir yerdir. Üstelik 1980’lerde neoliberal tarım politikaları geliştirilmeden önce, dünyada kendine yeten istisnai ülkelerden biriydi. Binlerce yıllık bir kültürün dünyayla paylaşacağı çok şey olmalı. Örneğin, Roma döneminden kalan su kemerleri aslında bize çok şey öğretir ki, permakültürde su hasadı (suyun biriktirilmesi) ve suyun arazide kullanımı üstelik kuraklığın yıldan yıla arttığı dikkate alınırsa önemlidir. Permakültür aslında, geçmişten öğrenerek doğayla bozulmuş ilişkimizin yeniden onarılmasına yardımcı olur. Dolayısıyla, permakültürü ekolojik onarıma bir adım atma diyebiliriz. Bu tabi kendi içimizdeki ekolojik onarım yani insanın kendiyle ve doğayla kopmuş ilişkisinden başlamalı. Çünkü ancak şiddet içermeyen kültürel ve ekolojik çeşitliğe açık bir anlayışın ekolojik restorasyon yapabileceğine inanıyorum.

Permakültür, ilk kez nerede ve ne zaman ortaya çıktı? Tarihçesinden kısaca bahseder misiniz?

Permakültür, 1970’lerde Avustralya’da ortaya çıktı. Konseptin yaratıcıları Bill Mollison ve öğrencisi David Holmgreen’dir. 1950’lerden beri sürüp giden endüstriyel tarımın, gün geçtikçe toprakları çoraklaştırdığı görülüyordu. Haşere ve yabani ot öldürücü kullanımının revaçta olması, daha sonra “Yeşil Devrim” diye yutturulmaya çalışıldı. Aynen bugün GDO’da olduğu gibi, açları doyuracağız maskesiyle canlılar ve en önemlisi de, bir canlı olan toprak zehirlenmeye devam ede geldi. Dünyada 1970’ler, aynı zamanda petrol krizinin ortaya çıktığı ve insanların alternatif yaşam arayışlarını hızlandırdığı dönemdir. Dolayısıyla 1970’ler aynı zamanda yenilenebilir enerji teknolojilerinin daha hızlı geliştiği zaman dilimi olarak da kayda geçmiş durumdadır.

Bill Mollison söyleşilerinde permakültürden de eski geçmişi olan Japon doğal tarımcı Manasobu Fukuoka’dan etkilendiğini belirtir. ştir. Çünkü Fukuoka, tam da 1950’lerde endüstriyel tarımda zehirli kimyasalların verdiği zararı görerek, biyolog ve ziraat danışmanı olduğu laboratuarındaki işini bırakıp, Güney Japonya’da bulunan aile çiftliğine döndü ve geleneksel doğal tarımla insanın kendine yetebileceğini gösteren örnek bir çiftlik yarattı.

1960’lı yıllarda, dünyada alternatif arayan birçok genç, Fukuoka’nın yanına gidip, ne yaptığını öğrenerek, ülkelerine döndüklerinde de benzeri örnekler yaratmaya çalıştılar. Bunlardan bazılarını anmak gerekirse; bugün Fukuoka kaynaklı bilgileri derleyip toplayıp dünyaya yayan Amerikalı Larry Korn ile, Türkiye’ye gelip çalışmalar yapan ve Avrupa Doğal Tarım Merkezini de kurmuş olan Panos Manikis en iyi örneklerdir. Korn’un editörü olduğu Fukuoka kitaplarının ikisi (Ekin Sapı Devrimi ve Doğal Tarımın Yolu) Kaos yayınları tarafından Türkçe’ye de kazandırılmıştır.

Kısacası permakültür, eskiyle yeniyi (yenilenebilir enerji teknolojileri gibi) harmanlayarak yaşamı merkezileştirmekten uzaklaştırıp yerele dönmeye ve çoraklaştırılmış topakların daha çabuk iyileştirilmesine ve de sınırlı bir alandan bol verim almaya yardımcı olur.

Bu metodun, dünya çapındaki yaygınlaşma durumu nedir? Daha çok hangi tür tarım sistemlerinin uygulandığı ülkelerde yaygınlık kazanabildi?

Her ülkede yaygınlaşabilir. Bugün Afrika’da, 6. sınıf öğrencileri permakültür sertifikası alma düzeyinde tasarım yapabilecekleri, 72 saatlik bir eğitim alıyorlar. Bu konu, okul müfredatına da girmiş durumdadır. Vietnam’da çiftçilere ücretsiz permakültür kitapları dağıtılıyor. İngiltere’de de ana okul öğrencileri arıcılık yapmayı öğreniyor. Kısacası permakültür her ülkede yaygınlık kazanıyor. Elbette her ülke kendinde var olan değerlerle birleştirmeli ve yoğurmalı bunu. Çünkü, her ülkenin hatta her bölgenin karakteri ve iklime bağlı olarak bitki örtüsü farklı. Bir şeyi nasıl yapabileceğinize dair kültürler de farklı. Ev ya da barınak biçimleri, ülkemizde bile bölgeden bölgeye farklılık gösteriyor. Ekim dikim takvimi ve kuraklığa karşı suyun korunma yöntemleri de haliyle farklı. Örneğin Karadeniz’de su toplamaya gerek duyulmazken, Akdeniz ikliminde insanlar yer altında suyu tutmayı öğrenmişler. Dolayısıyla biyobölgesel düzeyde bir hareket gerekiyor.

Ülkemizdeki uygulanma durumu nasıl? Sadece şehirlerdeki doğa dostu kişi ve kuruluşlar mı sıcak yaklaşıyor, yoksa çifti kesiminden de bu yeni metoda yakınlık gösterenlerin sayısı artıyor mu?

Evet, ülkemizde kentlerdeki orta düzey bütçesi olan hakim kültürün parçası olarak başladı bu hareket. Ancak zamanla sıradan çiftçiye yayılmaya da başladığını görebiliyorum. Örneğin, bu sene benim eğiticisi olduğum Yeryüzü Derneği’nin organize ettiği sertifika kursuna, biri Trakya’dan diğeri de Karadeniz’den iki çiftçi katıldı. Kurs başında diğer katılımcıların en az üniversite mezunu olduğunu gürünce biraz çekingen davrandılar ama biz onlara asıl biz sizden öğreneceğiz dedik. Zaten biri arıcı biri de bahçıvan idi. Verilen teknikleri o kadar hızlı kaptılar ki çünkü toprağı biliyorlar. Kursu bitirir bitirmes  öğrendikleri yerel ortamlarında paylaşmaya yani öğretmeye başladılar. Bu cesareti duyan genelde çok azdır. Ztan biz onlara Trakya Fukuokası ve Karadeniz Fukuokası unvanı vermiştik. Kurslara gelenleri sonra neler yapacaklar diye gözlüyorum.  Zaten kurulan bir dostluk bağımız oluyor.  Genelde % 80’ni  öğrendiğini gerçekten uygulamaya soyunuyor.  Ya da becerisini artırmak iöin ya var olan örnek sayılabilecek yerlere bir süre gidip gönüllü çalışıp becerilerini artırıyorlar. Hatta büyük ekolojik projelere (eko köy girişimi ya da yerel ve bülgelsel pazarda ürününü satıp ailesine destek olacak şekilde  çabalayanlar var.

Dünyadaki uygulamalarına bakarak, permakültürün hangi tarımsal üretimlerde daha kolay veya zor olarak uygulanabildiğini özetleyebilir misiniz? Ülkemize ilişkin, bu yönde bir durum belirlemesi söz konusu mudur?

Daha dün Endenozya’dan bir arkadaşım permakültür çiftliğinin resmini gönderdi. Oranın tropik ikliminde tepeleri teraslayıp, pirinç tarlalarının yanında ne kadar çeşitli bitkiler yetiştirdiklerini gördüm. Kısacası endüstriyel tarımın bize dayattığı tek tip üretim (monokültür) yerine; çoklu kültür (polyculture) dediğimiz topraktaki mineral bileşimi ve yerüstünde yararlı böcekleri çekecek şekilde bir ekim dikim harikalar yaratıyor. Buna Anadoluda şaşırtmaca diyenler de var. Böylece hem haşere ve yabani ot öldürücülere gerek duymuyorsunuz, hem de daha estetik görünümlü ekim alanları oluşturuyoruz. “Malçlama” dediğimiz, yüzey örtücül canlı ya da kuru bitkilerin köklerinin yayıldığı alanın örtülmesiyle, toprağın ne kadar canlandığına tanık olursunuz. Malçlama ya yüzey örtücü de deniyor ve bunun iklime göre yonca vb ile yapılabilen türleri de var. Büylece yararlı mikrop ve bakterilerin kısa sürede oluştuğuna tanık olurken, aynı zamanda sulama gereksiniminiz de azalacaktır. Malçlamanın yanında çiftlikten ya da bahçeden çıkan doğal atıkların biyokömüre dönüştürülüp kullanılması benim en uygun bulduğm bir yöntem.

Permakültürün ana ilkeleri nelerdir?

Mollison, permakültürü 3 temel etiğe dayandırır; “Yeryüzünü Koru!”, “İnsanı Koru!” ve “Ürettiğin gereksinim fazlanı paylaş!”. Holmgreen ise, 12 temel ilkeden söz eder. Bir kaçına değinecek olursak;

a)Çok fonksiyonluk ilkesi ki; tasarımlarımızda dikkate aldığımız her elementin birden fazla işlevinin olması ve onların birbiriyle bütünleşmesi önemlidir.

b)Uygun yer ilkesiyle, tasarımlarımızda her elementin fonksiyonel olarak en az enerji kullanacak şekilde yerleştirilmesini amaçlarız. Örneğin, kışın odun yığınına ulaşmak için evin arka tarafına dolaşacaksanız, bu ne kadar akıllıcadır? En az enerji kullanarak, en fazla verim elde etmemiz gerekir. Demek ki, odun yığınımızı giriş kapısı yanında bir saçak altı gibi bir yere koymalıyız vb gibi.

c) Bir sistemin çıktısı, diğer bir sistemin girdisi olmalıdır ki, atık üretilmesin. Kısacası, endüstriyel tüketim toplumunun dayattığı atık yığınlarından kurtulmalıyız. Atık üretmeyen sistemler tasarlamalıyız.

d)Sınır etkisi dediğimiz prensiple, kullanılacak alanı olabilecek maksimum kullanıma yükseltmeliyiz. Böylece kuracağımız ekosistemi çeşitlendirmeyi de amaçlarız. Bu durum komşuyla olan maddi iletişimi de doğrudan ilgilendirir. Örneğin, bahçemizi çit ya da duvarla soğuk bir şekilde ayırmak yerine; ortaklaşmayı artıran, çok yıllık yenebilir bitkilerden oluşan böğürtlen, asma vb. dikine büyüyebilen bitkilerden bir alan yaratabiliriz. Böylece hem bütünlüğü oluşan geniş yeşil alanımız olur, hem de komşumuzla ortak paylaşımımızı artırabiliriz. Anadolu’nun bazı yerlerinde iki tarla arasını, “an” olarak isimlendirirler. Oralarda en ilginç otlar yetişir. Bu da kanıtlıyor ki, sınırlarda yaratıcılık vardır. Bir başka örneği, insan yerleşimlerinden verelim. Örneğin, gerek İstanbul ve İzmir gibi tarihsel olarak etniklerin yaşadığı mahalleler olsun, gerekse batı ülkelerinde, hakim kültürün dışındaki etnik toplulukların alanlarında, hem farklı tatlar hem de farklı renkler, hatta mimari ve bahçelerdeki değişik bitkiler göze çarpar.

Kısacası permakültür, bir ilişkiler ağı ve bu ağda sarfedilecek enerjiyi (insanın hareket kabiliyetini gerektiren bir yerden ötekine gitmek dahil) minimuma indirgemektir. Elbette bu atıl kalmak değil tam aksine yaşamdan alınacak zevki artıracak  ortam ve zaman yaratmaktır. Bir başka deyişle burada enerjiden kastedilen yakıt ve zamandır.  Çünkü, ekolojik sistem tasarımlarımızda, önce doğayı gözlemleyip öğrenmeye çalışırız. Sonra da ekosistemde her şeyin bir bütünlük içinde olduğuna bakarak, her şeyi birbiriyle fonksiyonel olarak bağlantılandırmaya çalışırız. Böylece bütüncül ve atık üretmeyen bir sistem oluşturabiliriz. Elbette kurulan sistemin başında aksamaları, istenildiği gibi gitmeyen tarafları olabilir. Bunlar da, gerek kurduğumuz sistemin verdiği tepkiler, gerekse sosyal çevreden gelen sesler dikkate alınarak giderilir.

Permakültürün, kimyasallara teslim olmuş klasik tarım metotlarına göre, üstünlük ve zayıflıkları nelerdir?

Eğer sistemi doğru kurarsanız, kıyaslanmayacak kadar üstünlüğü vardır. Endüstriyel tarımda, belki haşere öldürücüyü attığınızda, birkaç hafta rahat edersiniz ama sonrasında başka haşerelerle boğuşmak zorunda kalırsınız. Zaten kimyasal ilaçlar da sırada beklemektedir pazarda… Hastalığı tedavi etmek değil, “bir başka hastalık üzerinden zincirleme petro-kimya ürününü atın toprağınıza” demektedirler. Oysa toprak onlarca yıl bile dayanamayıp ölü, yani verim alınamaz hale gelecektir. Doğal tarım ve permakültür yöntemiyle, yaşayan toprakla iç içeyizdir. Toprağa ilave ettiğimiz her organik doğal madde, daha önceki canlılar tarafından minnet duygusuyla karşılanır. Bunlar; bakteri, mikro organizma ve mantar gibi binlercesidir. Onların birbiriyle koordineli müziği ve dansı vardır. Göreceğiniz solucan toprağı havalandırmakta; uç uç böcekleri, yusufçuklar ve ateş böcekleri, belki döllendirme yapmakta ve biyolojik çeşitliliğin artmasına yardımcı olmaktadırlar.

Çiftçiler bu yeni metotla neler kazanabilir?

Konumuz yiyecek yetiştirmek odaklı olduğuna göre, çiftçiler arazi kullanımı ve yönetiminde, örneğin; arazide suyun kullanımı, yağmur suyu hasadı (toplanması), malçlama ile toprağın neminin korunması ve su gereksiniminin azaltılması, haşere ve yabani ot sorununu minimuma(en aza) indirmeleri gibi bir dizi rahatlık (üstelik ceplerindeki parayı koruyarak) duyacaklardır. Tabii ki, yenilen sebze, meyve ve şifalı otların sağlık giderlerimize katkısı, işin en başında sayılmalıdır. Kimyasallar kullanılmadığı için derelerimiz, su yollarımız ve onların geçtiği yerler, denize döküldüğü ortamdaki ekosistem (belirli bir alanda bulunan canlılar ile bunları saran cansız çevrelerin karşılıklı ilişkileri ile oluşan sistemler) zarar görmeyecektir. Arazide suyun korunmasıyla, su yeraltına doğal olarak enjekte edilecek ve akiferin (yer altı sularını pınarlara ve kuyulara ileten gözenekli toprak) kuruması önlenecektir. Bunlar yalnızca ilk aşamada kısaca süyleyeceklerim ama aslında dğiğnüldüğünde yapılabilecek o kadar basit  çok şey var ki…

Sürdürülebilirlik kavramı; sadece belli bir konudaki uygulama biçimi olmaktan çok, tümüyle bir yaşam biçimi olarak seçilmesini ve günlük hayatın her alanına o pencereden bakılmasını gerektiriyor herhalde, değil mi?

Kendini yenileyen, bir başka deyişle, yaşayan regenerative) ekosistemler oluşturmaktan söz ettiğimize göre, konuyu sürdürülebilirliğin ötesinde düşünmek gerekir. Çünkü sürdürülebilirlik, tesadüfen bir şeyin iyi gittiği anlamına da geliyor. Sürdürülebilir kalkınmadan, biraz önce bahsettiğimiz petro-kimya ürünlerini satanlar da söz ediyor. Etik olarak nerede durmak gerektiğinden değil! Ayrıca konuyu organik tarımın da ötesinde ele almalıyız. Çünkü organik tarım da bir endüstri haline gelmiştir. Permakültür, kapitalizmin kıtlık senaryolarına alternatif olarak bolluk, bir başka deyişle, karşılıklı dayanışma ve birbirine bağlılıkla, kendine yeterlilik yaratmayı amaçlar. Etik ve ilkeleriyle, tüketim toplumu olmaya, kapitalizme ve endüstriyalizme karşı bir duruşu vardır.

Anadolu’daki, kendini geçindirebilecek miktarda bitkisel ve hayvansal üretimleri zorluklarla elde edebilen, normal bir çiftçi ailesini baz alırsak; permakültür uygulamalarına nasıl ve öncelikle hangi alanlardan başlaması istenerek yardımcı olunabilir?

Bence, permakültür tam da bu fakir ailelere göre… Çünkü bir nesneyi bir kere kullanıp atmıyoruz. Ona ikinci ve hatta üçüncü kez hayat vererek, gerek duyduğumuz kadar bilinçli ve az tüketerek, atık üretmeyerek, zaten tüketim ve masraflar oldukça azaltılmış oluyor. Eskiden köylerde atık üretilmezdi. İnsanlar hayvanları ve yetiştirdikleriyle mutlu ve daha sağlıklı değiller miydi? Evlerini, kerpiç ya da iklim ve coğrafyaya göre başka ekolojik nesnelerden yapıyorlardı. Dayanışma, imece ve hediye ekonomisi vardı. Zaten bu yönüyle permakültür, Anadolu kültürüne hiç yabancı değildir.

Kendi çiftçimizi düşünerek, permakültüre sıcak bakan bir üreticinin, başlangıçta hangi zorluklarla karşılaşılabileceğini ve bu sorunları nasıl aşabileceğini özetleyebilir misiniz?

Çoklu kültüre göre ekim yapmak gerekir. Örnek olarak; domates ekiyorsanız, yanına kadife çiçeği veya fesleğen ekebilirsiniz. Soğan ya da sarımsaklardan sınır yaparsanız, salyangoz vb gelmez. Çiçek, polinatörleri (arı gibi tozlayıcı böcekleri) çeker. Zararlı değil, yararlı böcekler çoğalsın. Buna “kardeş bitkiler yöntemi” diyoruz. Hangi bitki yan yana ekilir ya da dikilirse, daha iyi verim alınır, bunun tabloları var.

Bir başka örnek; Amerikan yerlilerinin tarım yaparken keşfettikleri üçlü ki, buna “üç kız kardeş” diyoruz. Mısır-kabak ve fasulye birlikte ekildiğinde, topraktaki mineral değişimi açısından birbirlerini besleyeceklerdir. Fasulye mısıra sarılacak, kabak da fasulye ve mısırın ayaklarını örtecek ve su gereksinimi azalacaktır. Eğer malçlama ve o iklime uygun tohum kullanıyorsanız, sulama olmadan tarım yapabilmek mümkündür. Böylece nadasa bırakmanız da gerekmez.

Çiftçinin buna alışması diye bir şey olamaz diye düşünüyorum. Bu yöntemi birileri dayatmamalı. Çiftçi kendisi özümseyip, deneyecek ve kullanacaktır. Zaten komşu tarla ya da bahçenin ne kadar canlı ve çeşitli olduğu, daha ilk yıldan herkesin dikkatini çeker. Alınan verim ise, kısa sürede duyulacak ve komşu da bunu kendiliğinden öğrenmek isteyecektir. Örneğin, Afyon tarafında ekmeğini ailece, onlarca yıldır topraktan çıkaran Ersöz Çiftliği bunlardan birisidir. Hatta uluslararası düzeydeki insanlar, onlardan öğrenmeye ve kendi bildiklerini de onlarla paylaşmaya geliyorlar. Son yıllarda, yeni bir dizi örnekler de çoğalmaya başladı.

Bizde çiftçilik, günümüz de bile çoğunlukla mecburiyetten, aile mirası olarak devrolunan bir iştir. Oysa, permakültür uygulamalarında, hemen her konuda bilinçli olmayı, doğadaki her canlının görevlerini bilmeyi, yapılacak her uygulamayı en uygun haliyle denemeyi gerektiriyor. Yani bizdeki plansız programsız tarımsal uygulamalar yerine; “Permakültüre Giriş” kitabında özetlendiği üzere, oldukça planlı ve bilinçli tercihlerle yapılan bir tarım modelini çiftçimize nasıl aktarabileceğiz? Nereden başlanmalı, hangi tip çiftçiler hedef kitle olarak alınmalı?

Küçük aile çiftliklerinden başlanmalı diye düşünüyorum. Amerika’da bile, nüfusun % 70’ini 1990’lara kadar küçük aile çiftlikleri besliyordu. Dolayısıyla, “Toplum Destekli Tarım” modeliyle üretici ve tüketiciyi buluşturarak, bu tür aile tarımı, kurulan çiftçi pazarlarıyla da yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Örneğin, ben de bahçemde yetiştiremediğim ürünleri bu tür çiftçi pazarlarından karşılıyorum. Organik bile olsa süper marketi tercih etmiyorum. Çünkü, çiftçinin doğrudan desteklenmesi önemlidir. Üstelik bu pazarlarda yalnızca organik yetiştiriciler kabul edilmiyor. Bakıyorsunuz etiketinde organik damgası yok ama organiğin ötesinde yetiştiriyorum diyor çiftçi. Ben ona güveniyorum, çünkü yerel düzeyde denetleme mekanizması var. “Organik sertifikası almak için niye zorlansın” çiftçiler diye düşünülüyor. Bu çiftçiler yerel tohumunu da kendisi koruyor ve aralarında değiş tokuş yapıyorlar. Türkiye’de de tohum festivallerinin olması beni sevindiriyor. Şimdi bir de yerel ölçekte tohum kütüphanelerimiz olsa…

Kendi çalışmalarınızdan da örnekler verebilirsiniz belki ama bu konuda, tek tek mi, yoksa çiftçi gruplarıyla çalışmak mı daha fazla sonuç alıcıdır?

Küreselleşmiş dünyada tek başına kahramanlık yapılamayacağı ortada. Zaten karşılıklı bağlılıktan söz ediyoruz, bağımlılıktan değil! Dolayısıyla, çiftçi sendikaları ve tohum ağları çok önemlidir. Hindistan’da tohum kütüphaneleri ve onlarca köyün bir araya gelerek, organize ettiği tohum festivalleri var. “Kadınlar Ekolojik Dönüşümde” adlı kitabımızda da bunlardan birine (Haydarabad civarindaki) yer verdik.

Dünyada ve ülkemizdeki uygulama örneklerinde, çiftçilerin bu yeni yaklaşıma tepkileri ilk başta nasıl olmaktadır? Büyük oranda sabır gerektiren bu yaklaşımla ilgili başarılı sonuçlar hakkında ne dersiniz?

Elbette birbiriyle etkileşim önemlidir. Örneğin; verdiğimiz eğitimler sonucu, kentte ve kırsalda insanlar aldıkları eğitimin uygulamalarını yapıyorlar. Birbirinin çiftliğine gidip, hasat ve dikim zamanarında yardımcı oluyorlar, okul ve ev binalarını imece usulü yapıyorlar. Böylece bilgilerini pratiğe dökme ve kendi projelerinde deneme cesareti edinmiş oluyorlar. Elbette yerel ustalardan öğrenmek, dayanışma ve eski imece ruhunu geri getirmek bize çok yakışacaktır. Ben yurt dışındaki konuşmalarımda Anadolu’daki eski imecelerden söz ediyorum. Çünkü ben çocukluğumda bunları yaşadım. Batıda bireysel kültürün hücrelere kadar nüfuz etmesinden dolayı, bunu anlamakta zorlananlar oluyor ama şaşkınlıkla dinleyip, çok takdir edenler çoğunluktadır.

Eko köyler ve Eko çiftlikler gibi, ülkemizde özellikle permakültür uygulamalarını da istikrarlı biçimde gerçekleştiren merkezler oluşmaya başladı mı?

Permakültürü doğal mimarisinden tohum korumaya kadar uygulayan bir dizi çiftlikler oluşmaya başladı. Bunlardan bazıları ekoköy girişimleri, bazıları ise aile işletmesi düzeyinde ekoturizmi de içeren örneklerdir. “TaTuTa (Tarım, Turizm, Takas) çiftlikleri” deniyor bunlara. Hem turizm yapıyorlar, hem de çiftçilik.

Verim, kalite ve düşük maliyetli tarım; tarımla uğraşanların 3 farklı öncelik tercihidir aslında. Ülkemiz çiftçileri ise, büyük oranda ürün verimini artırmaktan yanadır. Bunun için de girdileri bolca kullanıp, çoğu kere hem kendilerini zarara sokar, hem de ürünlerin sağlıksız üretimine neden olurlar. Permakültür uygulamalarının, çiftçiye bu yönde vereceği katkılar ve yönlendirmeler neler olmaktadır?

Yaşadığım ülkelerde bir dizi çiftçi arkadaşım oluyor. Permakültür ve doğal tarım yöntemi izleyerek, verim ve kaliteyi düşük maliyete getiriyorlar. (Çiftçiler için en önemli konu bu olduğundan, burayı biraz daha açabilir misiniz? Örneğin, bir yabancı örnekle, maliyet düşürücü çabaları özetlemek mümkün mü? Belki bizdeki çiftçiler için de bu örnek daha ikna edici olabilir-ANN) Hem de aileleriyle geçirdikleri kaliteli zaman dilimi artıyor. Daha sağlıklı besleniyorlar. İşe gidip gelmek için her gün iki ya da üç saatlerini yolda harcamıyorlar. Çocukları, doğa eksikliği sendromu duymuyor. Gençler kent çiftlikleri ve çiftçi pazarlarında çalışmaktan memnun. Türkiye’de de benzeri resimler görülmeye başlandı.

Permakültürle Kenti Dönüştürmek” adlı makalenizde, “Permakültür; küçük ölçekli alanlarda bolluk yaratmayı amaçlar” diyorsunuz. Bolluk kelimesi, çiftçimizin iştahını kabartan en önemli ve sihirli kelimedir aslında. Çiftçi uygulamalarında, bu sihirli dönüşüm nasıl olabilir? Çiftçilere neleri önerirsiniz?

Daha önce de belirttiğim çoklu kültür yöntemiyle bolluk yaratılabilir. Yılda üç kez dahi ürün alınabiliyor. “Kardeş bitkiler ve çoklu kültür” işin bam telidir! Bu, meyve bahçelerine de uygulanabilen bir yöntemdir. Yarım dönüm araziyle, 4 kişilik bir aile beslenir diyoruz. Meyvesinden sebzesine… Gıda ormanı dediğimiz, kat kat dikine yapılacak bir ormana dönüşmüş bahçe ile.

Hatta işe çoraklaştırılmış toprakları ele alarak başlamak lazım. Çünkü Avustralyalı permakültür uzmanlarından Geoff Lawton ve ekibinin Ürdün’de yaptıkları ve son zamanlarda özellikle biyokömür kullanarak ortadoğu ve Afrikada dünyanın başka çölleşmiş yerlerinde tarım proleri yapanlar var. Geleceğin tohumlarının, bilge köylü kadınların sandığındaki çıkında olduğuna inanıyorum. Kadının, evladiyelik tohumu korumaya ilişkin bilgi ve becerisinin, yüzyıllarca korunmuş olması önemlidir. Şimdi bizim özellikle bilge yaşlı köylü kadınlarımıza o çıkınları saklayıp bugünlere taşıdıkları için minnet duyma zamanıdır. O kaynakları paylaşarak yaşamı yeniden yaratabilir Endüstriyel-Kapitalist sistemin yaratmak istediği kıtlık gerçeğinin tersine  bolluk  yaratabiliriz!

*. Avustralya, Yeni Zelanda ve ABD den deneyimli permakültür (ekolojik yaşam) eğitmeni ve tasarımcısı.  İletişim: <koru.ora@gmail.com>

SunFlwRipinFoto: Emet in kendi bahçesindeki bolluk

Emet Degirmenci and Yeliz Mert

Emet Degirmenci, who is the pioneer and the ‘Ercis Permaculture Aid’ project, is a former seismologist and current permaculture designer and teacher. She sent a call out to the permaculture related groups in Turkey as soon as a deadly earthquake happened in Van, 23 October 2012. She has been on some field studies during her seismology work to measure the aftershocks and witnessed how difficult the survivors’ lives were. It took them seven months to become organized since the assessment of the local needs and matching these with the skill set. Also some of the team members were living abroad when the earthquake occurred.

As a group; of one instructor, two new permaculture designers including Yeliz and one amateur documentary maker delivered a permaculture aid program between July 1 st to 5th, 2012 to the survivors. Our budget that was formed with some small donations by the individuals was less than $1000 US. We did not want any funding from the institutions since the aid distribution was corrupted during the earthquake. Also, the area which is predominantly Kurdish speaking was quite politicized. We decided to keep the project independent and not to be manipulated by any groups in any ways.

The project that we implemented included; a winter veggie garden that had been built and planted with hugelculture technique, biochar stove and solar cooker making, seed spouting, vertical gardens, food forest establishment techniques, herb spiral, hot composting, and a grey water treatment. Ercis was the epicenter of the earthquake. One third of the town was destroyed and more than 500 hundred people died and many wounded. We named the project ‘Van-Ercis Post-Disaster Ecological Restoration Permaculture Project’. Mainly announcing the project with ‘From Absence to Abundance’ motto, we aimed to eliminate negative influence of the words such as ‘disaster’ and ‘earthquake’ and to show how much we can do with the things that are called ‘waste’ without realizing its value.

 the people and the project location:

A five-day intensive hands-on project was held in our host Ceylan’s extended family court house garden, and we also used the Technical High School in Ercis for biochar stove and the solar cooker making workshops. The eldest of the family, 78 year-old grandmother, has been living in this location with her three children, three daughters in law and eight grandchildren in different houses. While walking through the streets of Ercis, we could witness wreckages and cracked buildings of empty houses and workplaces at every corner although the debris had been cleared. Having felt like a movie scene, this disaster was a reality at first hand for Ceylan’s. The local people we came across in Ercis instantly started telling their memories of the earthquake without even being asked. It was showing clearly how people have still been traumatized. They kept telling about where they were and what they felt when the earthquake occurred, showed videos recorded at the moment by their cell phones. It seemed as if another wound is inflicted at any moment. Asuman, who is the mother of our host family during the project, lost almost all of her biological family members in the earthquake. She and her three sons were hardly able to speak despite getting psychological treatment in the last seven months.

The project venue and its constructive dynamics had been arranged by our local organizer, Malik Durmaz and the program which was free for the locals. We were determined to use all recycle materials as much as possible. We walked around and collected anything useful we saw along the roads under the debris, sometimes even horse or donkey excrement or bones, . Most days we even sent our local friends to the grocery stores early in the morning to collect their waste for our veggie gardens, herb spiral and the hot compost during the workshops. Although this was embarrassing for them at the beginning, they said after couple of days:’It became a habit now. We looked at everything that could be used as a resource for us when we walked along the streets’ .

However, we have noticed that our original program was not covering the local peoples’ emergency needs when we arrived there to access. For instance, after noticing dirt and smell at a corner of the garden where the children play because of the grey water coming from one of the houses, we decided to include a grey water treatment in the program. Also, there was a wonderful fruit orchard in the garden, but all the bee hives were destroyed . There was no reason to spend money and time to create a new one. Therefore, we decided to show the technique how it can be enriched towards a food forest with comfreys under the fruit trees and cover crop along with swales. Likewise, we showed how to produce sprouts from seeds which are suitable to their taste, in order to increase nutritional value of the foods, especially at times of scarcity. We went to the different parts of the field around the town to collect some endemic species to create a special herb garden, because we heard that most of the herb species for their special cheese ‘Van otlu peyniri’ were almost extinct due to a careless harvesting method for the market economy. The herbs are also used for medicinal purposes and fist aid.

Another point is that when we went there to assess the locals’ needs before the workshop, we noticed that some women could not speak Turkish. So we decided to create a Kurdish program poster, and found an interpreter for the workshops.

We opened the circle using couple of Kurdish words we were learning from the locals every morning.

During the project, instead of showing only how to apply techniques, we made an effort to share the idea of permaculture design by explaining every technique’s benefits holistically. For example, we explained to our participants how we positioned hugelculture in the garden, what the use of layering it was, why the herb spiral is important, how we can harvest sun and water and how to sprout seeds to increase their nutritional value, which were applicable in an emergency situation. Moreover, as soon as we arrived there, we guided our host family to collect the organic matter coming from their kitchens and shared why we do it. We sometimes asked for rotten foods from markets. All these were elements that helped our participants adopt the main idea of our project. Looking at what we called waste in another way and therefore being self-sufficient instead of being dependant, were the things that we could naturally narrate to our participants, our hosting family, the women and the children in the family.

Our participant range was diverse. There were students and lecturers from Ercis Vocational Institution and Centennial University of Van, farmers, those who wanted greenhouse cultivating, or who wanted to do gardening in their private gardens, people from the agriculture department of the municipality, and even two prisoners from an open prison. Additionally, the children were active from the very beginning till the end. They worked with us when we were sowing seeds, preparing soil mixture for plastering a giant herb spiral, and the like.

many learnings:

We opened our first day of the project with a circle and let ‘our 78 years old grandmother lead us with her wisdom. On the following days , we continued in the same way. In the circles, we asked every participant to introduce themselves in the way they were most comfortable with, and wanted to get to know each other. In addition to this, during the techniques that were applied, we were attentive to learn about their local diet using endemic plants. We cooked our dinner together everyday. We offered free lunch to the participants, ranging from 20 to 35 everyday, showing clearly that we were there to share our knowledge and to create something together rather than taking something out. This is why our project was also successful in terms of social influences included. Above all, having women and children involved in the project made them contemplate themselves and their needs in life from another point. Dear Sevgi, who was our documenter with her partner Yasar narrates her thoughts as followed:

‘Asuman was one of the most curious participants with our ecological restoration applications during the project. In solar cooker and biochar stove atelier, she obeyed Emet’s word, as she wanted women to be able to use working tools in atelier as well, and took the drill in hand for the first time in her life. She drilled used grease bucket at the bottom. It was the first time that I saw her grinning from ear to ear since we arrived.’ Another woman participant, named Leyla, also took everybody surprised by saying ‘the earthquake does not listen to woman or man, we have to learn it too.’

The project’s instructor Emet particularly emphasizes the important role of the project for children in the neighborhood who have been traumatized by the earthquake: ‘In the beginning, I told them to listen and watch us during the day and throughout the project so that they could draw what they were affected by. All children used a board that was already prepared for them and that was named by the children themselves as ‘Red Kid Board’ where they pinned their drawings and their poems. While we were listening to what was the background of their productions, they made us sometimes smile, sometimes cry and sometimes think. On the last day, I was very much influenced by children’s theatrical demonstrations. One girl was telling us about fungi family and the fungi role, how they help trees communicate with each other. There was also a hip-hop song, composed and written by them, about the earthquake, which made all of us cry. We were very much impressed by the scenes that children illustrated. They stimulated realistically their friends, siblings, relatives of how they were trapped in the wreckage.’

The Van-Ercis project was the first project where permaculture has been used for aid. Ultimately, Emet gave the idea to build a permaculture aid group in Turkey and shortly but we hope this first step will take further to create a permanent permaculture aid group in Turkey which is an earquake prone country. Emet explains, ‘The seeds, that we sowed in hugelculture greenhouse and food forest with our children and our elders, are going to grow and spread to other projects, too. I feel the peace inside that this was the first step in our country. I hope that this motivation will remain. Thanks to our small aid group and the supporters.’ Ercis experience was a representative project for us of becoming a whole with people, land, culture, differences and despair as permaculturist.

We performed Ercis experience with heart and soul but most importantly, by considering locals’ needs and finding appropriate approaches. We succeeded in this project because we respected the land and culture as well as people. We are thankful to our donors and the permiese friends who have sent their willingness to help out, including from overseas. Our gratitude goes to the Ercis Technical High School which opened their classrooms for our biochar and solar cooker workshops. Also many thanks to the individuals who made donations to help our dream come true!

A PHOTO ALBUM OF THE PROJECT

https://www.facebook.com/media/set/?set=a.10151018840673637.455182.335518878636&type=3

More  YOUTUBE VIDEOS will be added to this account:

1. Hugelculture green house–> http://www.youtube.com/watch?v=ghU36eQP3Fc

2. Local children’s involvement to the project–> http://www.youtube.com/watch?v=DSRaKwyZ18A&feature=youtu.be

1 – 5 Temmuz tarihlerinde Erciş’te gerçekleştirdiğimiz Afet Sonrası Ekolojik Restorasyon- Permakültür Eğitimi’nin ardından bir değerlendirme yaptık ve “AKUT benzeri bir yapılanma ile afet bölgelerine acilen ulaşacak PERMAKÜLTÜR YARDIM GRUPLARI’nın ülkemizde de kurulması” fikrini benimsedik.

Emet Değirmenci, Permakültür Yardım Grupları kurulması ile ilgili görüşlerini Marmariç’teki Permakültür buluşmasında dile getirdi.

Türkiye’deilk kez gerçekleşen Afet Sonrası Ekolojik Restorasyon Projesi kapsamında edindiğimiz deneyimleri Permakültür camiası ile paylaşmaktan mutluluk duyarız.

Malik Durmaz ve Emet Değirmenci tarafından olgunlaştırılan Proje Sevgi Akar, Yaşar Akar ve Yeliz Mert’in de katılımı ile uygulamaya kondu.

Afet kelimesinin olumsuz çağşımları ve yerel halkın permakültür kavramına uzak olması nedenleri ile proje “Yokluktan Bolluğa” adıyla duyuruldu. Zaten kullandığımız malzemelerin çoğu yokluktan çıktı. Ercişli’lere ömrünü tükettiğini sandığımız mutfak, tarım ya da endüstri atıkları ile bolluk yaratmanın yollarını göstermeye çalıştık.

Uygulama mekanlarımız geniş aile olarak yaşayan Ceylan Ailesi’nin büyük bahçesi ile Erciş Meslek Yüksek Okulu(Erciş M.Y.O.) oldu. Uygulamalara toplamda 42 kişi katıldı. Katılımcıların bir kısmı beş gün boyunca aralıksız devam ederken birkaç saatlik sürelerle uygulamaları gözlemleyip işlerinin başına dönen çiftçiler de vardı. Katılımcı profili çiftçi, seracı, esnaf, ziraat mühendisi, peyzaj mimarı, doktora öğrencisi, Erciş M.Y.O. Seracılık Bölümü öğrenci ve hocaları ile Ceylan Ailesi ve komşularından oluşuyordu. Erciş Açık Cezaevi infaz koruma memuru ile bir kader mahkumu da katılımcılarımız arasında idi. Yaş skalası ise beş ile seksen arasında idi.

  • İlk gün yaptığımız uygulama hügelkültür serası idi ve çiftçilerin, seracıların, Erciş M.Y.O. hocalarının çok ilgisini çekti. Seracı Yılmaz Baştaş hügellkültür uygulamasına katılıp, teorik bilgiler aldıktan sonra,“10 yıldan beri uyguladığı yöntemlerin yanlış taraflarını bu sayede kavradığını” belirtti. Seraya fidelerimizi diktik, kışlık tohumlarımızı ektik.
  • Erciş M.Y.O. Atölyesi’nde 2 adet biyokömür sobası ile 4 adet güneş ocağı ürettik ve Erciş M.Y.O.’na birer örnek bırakarak katkı sağladık.
  • Turp ve mercimek tohumlarını çimlendirerek, tohumlarımızın besin değerlerini onlarca kat arttırdık. Çimlendirdiğimiz tohumları son gün biyokömür sobasında pişirdiğimiz kutlama pilavımızda kullandık.
  • Bahçede bulunan yıkılmış bir binanın taşlarından ve atık halinde olan cam şişelerden şifalı otlar spirali yaptık. Yörenin endemik bitkilerinden, özellikle otlu peynirde kullanılanların bazı türleri spirale ekledik.
  • Çiftçilerin özellikle görmeyi istediği sıcak kompost uygulamasını da programımızda olmamasına rağmen uygulamalar arasına kattık.
  • Bahçeye arıtılmadan bırakılan gri suyun çocukların oynadığı alanda koku ve bakteri yaratarak sağlıksız bir ortama sebep olduğunu gördük ve buradan yola çıkarak bir gri su arıtma sistemini programımızda olmamasına rağmen yapmaya karar verdik ve uygulamasını gerçekleştirdik.
  • Ceylanlar’ın avlusunda uygulamayı planladığımız gıda ormanına yakın bir meyve bahçesi ile karşılaştık. Mevcut bahçeye yağmur hendeği açıp karakafes otlarını diktik ve yonca tohumlarını ektik.
  • Atık paletlerden dikey bahçe yaptık. Bu bahçeleri Ceylan Ailesi’nin en büyüğü Ninemizin ve diğer aile bireylerinin dinlenme mekanından seyir menziline giren duvarlara yerleştirdik. Dikey bahçelerimize tek ve çok yıllık bitkiler diktik.
  • Çocuklar hergün yaptığımız uygulamaların bir parçası olarak tohum attılar, toprakla haşır neşir oldular ve gözlemlerini çizim, resim, şiir, şarkı ve tiyatro etkinlikleriyle gösterdiler.
  • Öğle yemeklerini proje bütçesinden karşılayarak katılımcılarla birlikte yedik. Uygulamalarımızı bahçedeki tandırda pişen gözlemeler eşliğinde ve çocukların hazırladıkları 23 Ekim Depremi ve ekoloji tema gösteriler eşliğinde kutlayarak bitirdik.

Van-Erciş Afet Sonrası Ekolojik Restorasyon Permakültür Projesi çok küçük bir bütçe ile gerçekleşti. Maddi ve manevi katkı sunanlar, emek verenler, duyurmak için mail atanlar, duyurumuzu paylaşanlar, afiş asanlar, “yapabileceğim bir şey var mı?” diye soranlar, “daha neler yapabilirim diye?” diye arayanlar, malzeme sağlayanlar, bu malzemeleri ulaştıranlar, bahçesini açanlar ve eğitim için gelen katılımcılar olmasaydı bu proje gerçekleşemezdi.

Bahçesini ve evini açan Ceylan Ailesi’ne, Kadıköy Arama Kurtarma Ekibi üyelerine, Nar Ailesi ve Nar Grubu Üyelerine, Erciş Meslek Yüksek Okulu’na, Van 100. Yıl Üniversitesi Yeşil Alan Müdürlüğü’ne, emeği geçen herkese ve projemizin katılımcılarına katkılarından dolayı teşekkür ederiz.

Ayrıca hepimizi biraraya getiren isteğe ve emek verme azmine de binlerce şükran…

Van-Erciş Afet Sonrası Ekolojik Restorasyon Permakültür Projesi Ekibi

Emet, Malik, Yeliz, Sevgi..

3 Kadının Erciş/Van Deneyimi

Derleme: İknur Urkun

Bu güne kadar yayınladığımız en uzun yazıya hazır olun ve gönülleri birbirinden büyük üç kadının bir solukta okuyacağınız Erciş macerasına buyurun.

1-5 Temmuz 2012 tarihlerinde, Van-Erciş’te, Türkiye’deki ilk afet sonrası ekolojik restorasyon atölyesi düzenlendi. YOKLUKTAN BOLLUĞA adı verilen çalışmanın amacı, deprem gibi bir yıkıcı bir olayın ardından insanların ellerinde kalanlarla yeniden başlamak için kullanılabilecekleri bazı bilgilerin felaketten etkilenen insanlarla doğrudan paylaşılmasıydı.

23 Ekim tarihinde yaşanan depremin üzerinden bir kaç gün geçmeden Emet Değirmenci bir çağrı yaptı ve bir ayağı Amerika’da, bir ayağı İngiltere’de, bir ayağı Balıkesir’de bir ayağı da Erciş’te olan gönüllü bir ekip kuruldu. Afet sonrası alışılagelmiş yardım anlayışının tersine, kendine yardım yaklaşımını geliştirmeye çalışan ekibin kısıtlı zaman ve maddi imkansızlıklarla yürüttüğü çalışma özellikle Emet’in yoğun çabalarıyla evrildi, ekip yenilendi ve büyüdü, ve büyüdü, ve çabalar yokluktan bolluğa atölyesiyle meyvesini verdi. Çalışmanın detaylarını Emet’in Açık Radyo’da ‘Tohumdan Hasada’ programında Oya Ayman’a verdiği röportajdan dinleyebilirsiniz.

http://www.divshare.com/flash/audio_embed?data=YTo2OntzOjU6ImFwaUlkIjtzOjE6IjQiO3M6NjoiZmlsZUlkIjtzOjg6IjE5MjYzMjY5IjtzOjQ6ImNvZGUiO3M6MTI6IjE5MjYzMjY5LTE1YiI7czo2OiJ1c2VySWQiO3M6NzoiMjYxNzU0MyI7czoxMjoiZXh0ZXJuYWxDYWxsIjtpOjE7czo0OiJ0aW1lIjtpOjEzNDM4ODI3NDQ7fQ==&autoplay=default

Bense sizi bu muhteşem çalışmada yer alan birbirinden güzel üç kadınla tanıştırmak ve deneyimlerini ve duygularını kendi ağızlarından paylaşmak istiyorum. Bu tür çalışmalar için hepimize motivasyon olması dileğiyle…

Projenin baş mimarı Emet Değirmenci sismoloji kökenli bir permakültür ve ekolojik restorasyon eğitmeni. ABD’de yaşayan ve orada dahil olduğu sayısız projenin yanı sıra hemen her yıl Türkiye’de geçirdiği zamana sığdırabildiği kadar çok eğitim ve atölye düzenleyen Emet’in çalışmalarını https://kendineyeterlitoplum.wordpress.com/ adresinden takip edebilirsiniz. Emet’in Erciş’teki çalışma ile ilgili bize anlattıkları şöyle;

Deprem olduğu günden itibaren Van için ne yapabiliriz diye kafa yoran biri olarak projeyi sonuçlandırmaktan mutluyum. Proje afişinde de duyurduğumuz gibi tamamen kişisel çabalarla ve kişilerden toplanan 1500 TL’lik bir bütçe ile tüm etkinliği gerçekleştirdik. Halka dayanan çok küçük bütçelerle de bir şeyler yapılabileceğini gösterdiğimiz kanısındayım. Elbette planladıklarımızla araziye gidince karşılaştığımız gerçekler biraz farklıydı. Örneğin gri su projesi planda yokken çocukların her gün oynadığı bir alanda koku ve çamur olan bir avluyu da iyileştirdik. Katılımcılarımız her kesimdendi; Erciş Meslek Yüksek Okulu, Van 100. Yıl Üniversitesi, çiftçiler, profesyonel seracılık yapmak isteyenler ve kendi bahçesinde bir şeyler yetiştiren kişiler. 5 günlük yoğun eğitime dayalı, güneş fırını ve biyo-kömür sobası yapımını da içeren, tohumları çimlendirerek besin ve şifa değerini onlarca kat artırabileceğimizi gösteren etkinliklerimiz oldu. Her sabah ki açılış çemberimizde yerel ve yerli kişilerin bilgeliklerinden öğrenmeye özen gösterdik. 75’lik ninemiz günaydın çemberimizi koşa koşa açıp haydi şimdi çalışmaya diyordu.

Son günki kutlamamızda özellikle çocukların teatral etkinlikleri beni çok etkiledi. Onlara dedik ki her gün bizim yaptıklarımızı izleyin ve dinleyin. Onunla ilgili resim yapın yazı yazın. Çocuklar kendileri için hazırlanan ve adına Kırmızı Çocuk Panosu dedikleri arazideki panomuza ilginç resimler astılar ilginç sözler yazdılar. Her simgenin arkasında yatan öyküleri dinledikçe bazen düşündürdüler bazen ağlattılar bazen de güldürdüler. Kapanış günündeki tiyatroda bir baktım mantar rolünde bir kız çocuğu mantarları anlatıyor. İki ağaç arasındaki iletişimi sağlıyorum ben diyordu. İlginç bir şiir de bestelemişlerdi. Ayrıca hep bir ağızdan söyledikleri 23 Ekim Depremi Rap şarkısı hepimizi ağlattı. Çünkü hem dayanışmanın hem de yok olan değerlerin, arkadaşlarının, abilerinin ablalarının komşularının sesini canlandırıyorlardı. Zaten tiyatronun başında yıkıntılar arasından taşıdıkları yaralılarla da deprem anını çok iyi görüntülemişlerdi. Hügelkültür seramıza ve gıda ormanına çocuklarla ve yaşlılarla attığımız tohumlar yeşerecek ve benzeri projeler yayılacak ümidini taşıyorum. Deprem ülkesi olan ülkemizde bir başlangıç yapmanın huzurunu duyuyorum. Umarım bu itkiyi kalıcı kılacak kolektif bir enerji daim olur.

Sevgi Akar Çanakkale Biga’da yaşayan bir permakültür tasarımcısı. Projeye katıldığını duyunca özellikle sevindiğimi söylemeliyim. Hem doğa hem de insanlarla ilişkisi çok kuvvetli olan Sevgi’nin sıcaklığı Ercişlilerin kalbini bir nebze daha ısıtmış olmalı. Sevgi’nin kendi ağzından Erciş deneyimi ve Ercişli kadınlardan bize ulaştırdıkları haberler şöyle;

Erciş’te 272 canı bir anda alan büyük bir afet yaşandı 23 Ekim ’de. Erciş’ten Malik Durmaz ve Amerika’dan Emet Değirmenci ekolojik tasarım ve uygulamalar ile afet sonrası baş gösteren çaresizliklerin ve yetersizliklerin üstesinden gelebilmenin yolları üzerine kafa yordular. Afet Sonrası Ekolojik Restorasyon (Onarım)- Permakültür Eğitimi Projesi için bize çağrı yaptılar. “Yardımcı olun, Ercişlilere ulaşalım, ekolojik restorasyonun yollarını anlatalım” dediler. Çağrıya yanıt verdik. Afet kelimesi olumsuzdu. “Yokluktan Bolluğa “ diye duyurduk projeyi. Zaten kullandığımız malzemelerin çoğu yokluktan çıktı. Yani, ömrünü tükettiğini sandığımız mutfak, tarım ya da endüstri atıkları ile bolluk yaratmanın yollarını göstermeye çalıştık Ercişlilere. Erciş’e geldiğimizde gördük ki Yeşil Erciş bir film platosu sanki. Yıkılmış binalar, çatlak duvarlar, enkazı henüz kaldırılmış, toz duman içindeki arsalar, boşaltılmış apartmanlar, konteynırlar, konteynırlar…

Permakültür uygulamalarımız 78 yaşındaki Ceylan Nenenin bahçesinde oldu. Nenemiz 11 çocuk yetiştirmiş. Oğlu Hüseyin Ceylan “yedi de gelin yetiştirdi” diyor. Nenemiz binlerce yıldır süzüle süzüle gelen toprak ve doğayı işleme bilgisinin, doğadan gelenleri işleme kültürünün bilge temsilcisi. Ceylan nene bahçesinde 3 erkek evladı, 3 gelini ve 8 torunu ile birlikte yaşıyor. Erciş’te hasbıhal ettiklerimiz, biz sormadan deprem anılarını anlatmaya başlıyor. Deprem anında nerede olduklarını, ne hissettiklerini defalarca defalarca anlatıyorlar. Sanki her anlatım yeni bir katarsis sağlıyor yüreklere. Cep telefonu ekranlarından, deprem görüntülerini izletiyorlar bize.

Ceylan Nene’nin Hüseyin oğlu ve Asuman gelinine konuk oluyoruz. Asuman, depremde 5 gün 5 gece beklemiş yıkıntıların içinden sevdiklerini çıkarmak için. İki aylık evli erkek kardeşini ve taze gelini, 15 yaşındaki körpe kız kardeşini, annesini ve dahi babasını çıkarmış enkazdan, ama canlı değil. Asuman’ın yüreği büyük deprem görmüş, binlerce Van’lı, Erciş’li gibi..Gözlerindeki ışık kaybolmuş, ışığa tutunamayan çocuklarının okuldaki başarıları düşmüş. Ekolojik Restorasyon Uygulamalarının en meraklı katılımcılarından biri de Asuman oldu. Soba ve ocak atölyesinde Emet’in “kadınlar da atölye aletlerini mutlaka kullanmalı” önerisini ikiletmedi ve hayatında ilk defa eline matkap aldı. Kullanılmış yağ kovasının dibine delikler açtı. Ben, geldiğimizden beri Asuman’ın ilk defa bu kadar geniş güldüğünü gördüm. Erciş/ Van Afet Sonrası Ekolojik uygulamalarımız Asuman’ın yüreğini restore edebilmiş midir bilmem, ama her geçen gün daha da yalnızlaştığımız şu global köyde benim yüreğim restorasyon gördü Erciş’te.

Yokluktan Bolluğa ekibinin taze kanı ise Yeliz Mert. Zumbara’dan tohum takasına, ekolojik mimariden Anadolu Jam’e her tür sürdürülebilir yaşam mecrasına da neşesini ve enerjisini akıtır. Bu deneyim onun için değerli olduğu kadar onun katılımı da herkes için çok değerli oldu. İşte Yeliz’in düşünceleri;

Depremden hemen sonra bölgeye bireysel olarak nasıl bir yardımda bulunabileceğimi düşünmüş ve arama-kurtarma ya da ilk yardım konularında eğitimli olmadığım için üzüntü duymuştum. Ancak sonrasında Permakültür ile Erciş’e gitme fikrini duyunca, insanlara kendine yeterlilik konusunda nasıl yardımcı olabileceğimi düşünmek bana büyük bir heyecan verdi. Bu anlayışla ve büyük bir şevkle Emet ve Sevgi’ye katıldım.

Proje kapsamında mevcutta var olanları gözlemledikten sonra, bulunduğumuz ortama en iyi katkıyı yapabilecek ve insanların kendi yaşam alanlarında basit çözümler ve atıklarla nasıl bir dönüşüm gerçekleştireceklerini görmelerini sağlayacak şekilde programımızı güncelledik. Oraya vardığımız andan itibaren yanında kaldığımız aileyi evden çıkan organik atıkları biriktirmeye yönlendirdik ve bunların nedenlerini paylaştık. Kimi zaman manavlardan çürümüş sebzeleri istedik, kimi zaman yolda gördüğümüz hayvan kemiklerini, at gübrelerini topladık… Bunların hepsi projemizin amacını ve yöntemini kendiliğinden insanlara benimseten unsurlardı. Elimizde var olana farklı bir gözle bakabilmeyi ve dolayısıyla bağımlı olmak yerine kendine yeterli olabilmeyi projemiz ile doğal bir şekilde aktarabildik. Erciş’te olduğum süre boyunca permakültürü çaresizlik anlarında nasıl kullanabileceğimizin yanı sıra toplumsal deneyimler de yaşadım. Özellikle kadın ve çocukların projemize katılımının, onların kendilerine ve yaşamsal ihtiyaçlarına farklı gözlerlerle bakmalarına yardımcı olduğunu hissettim. Katılımcılarımızdan Leyla’nın projemiz kapsamındaki uygulamalardan biri sırasında kurduğu şu cümle çok etkileyiciydi: ‘Deprem, kadın-erkek dinlemiyor; bizim de öğrenmemiz gerek.’

Erciş deneyimi gönülden bir deneyimdi. Maddi/manevi herkesin küçük küçük katkılarını bir araya getirmesiyle, ‘kendini adamasıyla’ gerçekleşti. O topraklara ve kültüre saygı göstermek ilk öncelikti. Halk ile bütün olma ve yerelden beslenmenin bir örneğiydi. Öğretmek isteği değil; paylaşma isteği vardı. Bu yüzden de Ninemiz beni bağrına bastı, tecrübelerini paylaştı, Asuman evini ve gönlünü açtı, katılımcılarımız şevkle bizimle çalıştı ve iyi niyetimizi paylaştı. Erciş deneyimi benim için bütünlük demekti; toprakla, insanla, kültürle, farklılıkla…

Etkinlikten diğer fotoğrafları facebook‘ta görebilir, ekibe soru ve yorumlarınızı Kendine Yeterli Toplum sitesi aracılığıyla iletebilirsiniz.

Bu yazı İknur Urkun’nun bloğundan alınmış olup tüm fotoğraflar Sevgi ve Yaşar Akar’a aittir. http://dunyayikurtarankadinlar.blogspot.com/2012/08/afet-sonrasnda-kendimize-yardm-etmeyi.html?spref=fb

…sesimizi duyurmak için yağmur çamur demeden günlerce yürürüz
– Brezilya Topraksızlar Hareketinden bir konuşmacı

Son 16 yıldır toprak ve yiyeceğe ilişkin bağımı gittiğim her ülkeye taşıyor ve mümkünse ilk elden öğrenmeye çalışıyorum. Yazıma Brezilya Topraksızlar Hareketinden (Movimento dos Trabalhadores Rurais Sem Terra) genç akademisyen bir kadın Janaina Stronzake’nin geçen sene Seattle’daki bir konuşmasıyla başlamak istiyorum. Ben bir Topraksızlar Hareketi çocuğuyum . 2011 yılı itibariyle Brezilya da 350 000 topraksız köylü aile var. Çoğumuz yıllardır naylon barakalarda yaşıyoruz ve örgütlenip boş toprakları işgal etmekten başka çaremiz yok (1). Onlarca senedir otonom (kendi kararını kendi veren) bir yaşam kurarak yiyeceklerini toplumsal kent bahçelerinden, enerjilerini de olabildi[‘nce .atilarina attiklari güneş panellrinden karşılayan bu kesim aynı zamanda dünyaya umut saçıyor. Türkiye’de ise topraksızlaşma henüz fazla görünür olmasa da gerek özelleştirme, gerekse küçük arazi sahiplerinin tarlalarını büyüklere satmak zorunda bırakılmasıyla sürüp giden bir akış var. 1980’lerden bu yana estirilen neoliberal politikalar ise kır nüfusunu yok edip insanları tamamen endüstriyel gıda sistemine teslim etmiş durumdadır. Keza bugün köy pazarında yer alması dahi fazla görülen bir kırsal kesim var.
Geçen sene yaklaşık 50 milyon Amerikalı yiyeceğini karneyle alıyordu ki; bu rakam tarihte görülen en büyük rakam olarak belirtiliyor. 2008’de patlak veren yiyecek krizi fukaraya yiyeceğinin fazlasını ver (Food Bank), ya da karne sistemiyle sübvanse edilse de gidişat yiyecek krizinin daha da artacağını gösteriyor. Üstelik bu durum taşıma kapasitesi denilen nüfusun çok artıp dünya topraklarının besleyemez duruma gelmesinden değil, kapitalizmin kendisi ve limitsiz büyümesinin sonucudur! Dolayısıyla toprağın nasıl kullanıldığı ve paylaşımın nasıl olduğuyla da yakından ilişkilidir. Bu yazıda yiyecek krizi; ekolojik ve toplumsal krizle birlikte ele alınıp kendini besleyen bir toplumun nasıl yaratılabileceğine dair ip uçları verilecektir.

topraksızlaştırma
Uygarlığın yaklaşık 10 000 yıl önce tarımla, bir başka deyişle yenebilir bitkiler ve hayvanların evcilleştirmesiyle başladığı söyleniyor. Böylece göçebelikten kurtulup yerleşik yaşama geçmiş idik. Mezapotamya’dan hububat çeşitleri dünyaya yayılırken, Meksika’dan mısır, Peru’ dan patates, Kazakistan’dan elma vb şekilde devam ederek tarım ürünleri dünyaya yayıldı. İkinci Dünya savaşı sonrası ise toprak çevirmelerin (Land Grabing) artmasıyla farklı boyutlara ulaştı. Tarımın kontrol altına alınma çabası yanında toprak çevirmeler günümüzde modernlik kazanmış bulunuyor. Çünkü endüstriyel ölçekte genetiği değiştirilmiş bitkilerle biyo-yakıt üretimi konusu bir başka tür toprak çevirmedir.
1980 sonrası ise Doğrudan Yabancı Yatırım FDI (Foreign Direct Investment), olarak bilinen yabancıların bir başka ülkede yatırım yapmaları ya da 99 yıllığına kiralama olarak neoliberal tarım politikalarıyla karşı karşıya kaldık. Bugün Avrupa pazarı için organik tarım yapan ulusal ve ulus ötesi şirketlerin Anadoluda cirit attığını görüyoruz. Bir başka deyişle sahipliğin el değiştirdiği bu yeni duruma yeni bir işgal (neocolonization) deniliyor. Böylece piyasanın örüntüsü ulusal şirketlerin yardımıyla ulus ötesi şirketlere taşınmış oluyordu. Yalnızca yiyecekte değil, bu durumu aynı zamanda HES projeleriyle bir başka deyişle suyun kontrolü ve özelleştirilmesi olarak da karşımıza çıkıyor.

Yapılaşma, monokültür, kimyasal gübre ve tarım ilaçları, endüstriyel hayvancılık gibi yanlış toprak kullanımı nedeniyle karşı karşıya olduğumuz ekilebilir alanların azalması da bir başka konudur. 2005 yılında yapılan bir istatistiğe göre Türkiye’nin ekilebilir toprakları % 29.81 ile dünya’da 24. sıradadır (2). Ancak aradan geçen yedi yıllık sürede köprülerin altından çok su aktığı aşikar… Bu bağlamda Türkiye’ye taşınmaya devam eden Avrupa’nın kirli endüstrileri de dikkate alınırsa son yıllarda karbondioksit emisyonlarımızın % 80 lere kadar neden tırmandığını görebiliriz.

Diğer bir nokta ise Avrupa ile alış veriş içinde olan yurdumuzu da yakından ilgilendiren Avrupa Ortak Tarım Politikları (Common Agricultural Policy)’nın geleceğine ilişkindir. Yürürlükte olan politikaya göre tarım bütçesinin %80 ‘i büyük agrotarım işletmelerini desteklemeye gidiyor. Türkiye dahil 150’den fazla ülkeden temsilcileri olan Latin Amarikalı çiftçilerin birlikteliği La Via Campesina ile bağlantılı çalışan Neyeleni Avrupa Yiyecek Bagımsızlığı geçen yıl bir çağrı yaparak 2014 ile 2020 yılları arasında tarımın agroekolojik yöntemlerle yapılmasını ve geleneksel köylü tarımına geri dönülmesini önerdi (3). Ancak hangi ülkenin neyi ne kadar ekeceğine karar veren Avrupa Tarım Politikası bu tür köklü bir reforma acaba evet diyecek midir orası soru işaretidir.

Yiyecekleri besin değeri açısından araştıran Amerikalı akademisyen ve aktivist Michael Pollan biyolojik çeşitliliğin korunmasını insanla bitkiler arasındaki simbiyotik ilişkiye bağlar. Doğayı monokültürle kontrol etmenin oldukça pahalı olduğu da ekler (4). Çünkü doğanın kendisi ancak doğal akışları destekler. Öteki türlü bir döngü oluşmaz ve buna öncelikle doğanın kendisi tepki verir. Örneğin, 1840’da (daha genetiği değiştirilmiş organizmalar söz konusu değilken) Lumber türü bir patates çeşidinin tek tür olarak ekilmesi sonucu Irlanda’da açlık krizi baş göstermişti. Günümüzde Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) ile güya dünya nüfusunu doyurmayı amaçlayan kapitalizm aynı zamanda değişik hastalıkların üretilmesine ortam hazırlıyor. Bu noktada sözü yine MST li konuşmacıya verirsek: Örneğin, GDO’lu ürün piyasasını elinde tutanlardan DuPont ve Syngenta şirketleri bütçelerinin büyük bir kısmınını (geleceğin gıdasını üretiyorum aldatmacasıyla) tohumdan besin maddesine, tarım ilaçlarından tıbbi ilaçlara kadar bir dizi ‘tüketim maddesi’ üzerinden yılda %19.8 lık büyüme sağlamaktadır’ (1). Kısacası kapitalizm bir yandan endüstriyel gıdaya bizi mahkum bırakırken diğer yandan envai çeşit hastalık üreterek büyümesini sürdürüyor.

iklim değişimine adaptasyon ve karbon kredisi
Küresel iklim krizini de fırsat ve büyüme olarak gören kapitalist sistem, karbon ayak izini azaltma kapsamında iklim değişimine adaptasyon politikalarıyla da sürdürülemez politikasına devam ediyor. Ama bu kez kendini yeşillendirmeye çalışarak… Biyo-yakıt için yapılan mono kültüre dayalı tarım bunlardan biridir. Özellikle agrotarım işletmelerinin ürettiği biyodizel Asya ve Afrika’nın ekilebilir topraklarını gasbederek açlığı daha da büyütmektedir. Zaten iklim felaketleriyle boğuşan dünyanın fakir insanları bu kez ekilebilir arazilerini zenginlerin arabasına ekoyakıt yetiştirmek için kullanacaklardır. Ülke ve iklime göre GDO’lu mısır ya da kassawa, jatropha ve (bizde hint yağı çıkarılan) Castor bitkisi biyoyakıt hammadedlerinden bazılarıdır. Oysa bu yiyecekler o ülkelerin insanları ve hayvanları için sofralarının geleneksel temel besin maddesi olagelmiştir.

Dünya iklim konferanslarının müdavimi olan Via Campesinalı çiftçiler açısından doğru mesaj üretmek önemlidir. Kopenhag da çiftçiler Kyoto Protokolü’nü uygun bulmadıklarını vurgulamışlardı. 1990’da ise eşik değer olarak belirlenen %30’luk indirim için endüstrileşmiş ülkelerin öncelikle kendi ön ve arka bahçelerine bakmalarını önerdiler. Via Campesina öncülerinden Albetro Gomez şöyle diyordu: ‘agro ekolojik geleneksel tarım alternatif ve gerçek bir çözümdür. Tarım kar edilecek bir iş olarak görülemez’ (1) .

geleceğin yeşillenemez ekonomisi
Leonard DiCaprio’nin yapımcısı olduğu 11. Saat (11th Hour) filminde Kenny Ausubel; en büyük tahribat küresel ekonomik güçtür der ve ekonomik büyümenin biyosferi yemeye başladığını belirtir. Bu da gelinen noktanın ekoloji ve ekonomik açıdan kritik değeri aşmak üzere olduğunu gösteriyor. Kapitalist üretim ve tüketim modelinde ön görülen sürekli büyümenin doğanın tabiatına aykırı olduğu apaçık ortada olduğuna göre şimdi kendimize bazı sorular soralım: sağlıklı yaşam standardı nedir? Temiz su, hava ve toprağa ulaşmak için büyüme ekonomisi yerine yetinme ekonomisi koyarsak ne olur? Doğal döngüde her canlı doğar, büyür olgunlaşır ve sonra da toprağa karışır. Toprağa karışmayan ve makine gibi işleyen kimliksiz sistemde ne kadar atıl bir enerji vardır? Aynı zamanda pompaladığı kültürle betonlaşmış beyinler ve makine gibi işleyen ve yönetimi de o şekilde gören insanlar yarattı! Bundan kurtulursak ne kadar yapıcı bir enerji ortaya çıkacağını düiünebiliyor musunuz?

Toplumsal açıdan ırkçı ve milliyetçi görüşler içeren yazının giriş bölümünde söz ettiğimiz taşıma kapasitesi denilen kavrama da biraz değinirsek bunun ekolojük dönüşüme değil ırkçı politiklara hizmet ettiğini görürüz. Kısacası kapitalizm kabuk ve renk değiştiriyor. Sanki ekmeği eşit mi paylaşıyoruz ki taşıma kapasinden söz ediyorsunuz? Ayrıca gelişmiş ülkeler için geçerli olan ve bacasız sanayi denilen turizm ve eğitim endüstrilerine dayanan ekonomi politikası da gök yüzünün bir başka yerinde sizin için bir yerleri kirletmiyor mu? Bacalı endüstriyel etkinliği coğrafi olarak uzak ülkelere taşıyarak ne kadar etik yeşil bir dönüşüm olabilir? Bu durum çöpü Küresel Güney’in halısı altına süpürmek değil midir? Her yıl cep telefonunu yenileyen, her iki yılda da bir bilgisayarını elektronik atık yığınına koyup onun Asya ve Afrika ükelerine gönderildiğinden memnunluk duyan insanın vicdanı ne kadar rahattır? Ucuz iş gücü ve çevre standartlarının olmadığı bir ülkede onları söküp parçalara ayıran hiö bir sigortası olmayan çocuk ve kadın işçiler bir dizi hastalıklara yakalanırken vcdanınız ne kadar rahattır? Burada Nükleer kümür vb gelişmiş ülkelerin söküp attığı enerji tesislerinin ya da endüstrilerinin Güney ülkelerinde pazarlandığı konusuna girmiyorum. Yoksa kapitalizm gelecekte gökyüzünü demir duvarlarla bölüp büyümesini sürdürebilmeyi mi planlıyor?

Kapitalizm yalnızca Güney ülkelerinde değil, aynı zamanda kendi ülkelerinde de açlık yaratmaktadır. Yiyecek güvenliği açısından bakarsak; örneğin ABD de 50 milyon insan gerek yeterli beslenemediği, gerekse alım gücü olmadığı için yiyecek açısından kendini güvende görmüyor (5). Yiyeceğin temel insan hakkı değil de ticari bir meta olarak görülmesi sonucu bugün ABD’nin 1 milyon insanı direk açlıkla yüzyüzedir. Küresel olarak bakarsak 2008’de öncelikle Arap ülkelerinde baş gösteren yiyecek krizi onu kar edilecek bir alan olarak görmesi nedeniyle yiyecek reklamlarına büyük bütçeler ayrılıyorç Yiyeceğin kendi ederinden daha çok para reklamlara harcanıyor. Oysa altını deştiğimizde sağlıklı yiyeceğin reklama gereksinim duymadığını görüyoruz. Bu nedenle sağ duyulu besin uzmanları reklamı yapılan yiyeceği almayın uyarısında bulunuyorlar. Örneğin, GDO’lu yüksek fruktozlu mısır surubu içeren yiyecekler en çok reklam edilenlerdendir. Üstelik şifa niyetine yediğimiz bal bunlara dahildir Çünkü arılar da bu şurupla beslenmektedir.
Petro kimya endüstrisine dayalı tarım ve hayvancılığın sera gazı emisyonlarındaki payının % 14 olduğu dikkate alınırsa endüstriyel yiyecek sistemini üretimden tüketime bir bütün olarak sorgulamalıyız. Küresel ekonomide besinin tarlada büyütülmesinden tabağımıza gelene kadar binlerce km’lik yol kattetiğini dikkate almalıyız. Yine Michel Pollan’a kulak verirsek bir Amerikalı’nın yiyeceği 1500 millik yol kat ediyor. Somon balığı Alaska da yakalanıp oradan Çin’e ve New York’taki tüketiciye ulaştırılıyor. Kaldı ki ABD, yiyeceğinin %70′ ini Meksika ve Latin Amerika’dan ithal etmektedir. Benzeri durum Türkiye de yerel köylü pazarlarlarının büyük toptancı tırlarının alması  şeklinde görülüyor. Somon balığının Karadenizden değil, Norveç’ten, GDO’lu hayvan yeminin ABD ve Kanada’dan geldiği ve zararlı tarım ilaçlarının binbir çeşidinin pazarlandığı bir yurdumuz var.

sonuç yerine
Petrolün bitmesi üzerine panik yaratanlara katılmamakla birlikte ekolojik alışkanlıkların devrimden sonraya ertelenmesi görüşünde değilim. Ayrıca yeni sistemin tohumlarının eski sistem içinde atıldığını da unutmayalım. Ekosistemi onarmak için bugünden başka bir kültür yaratmalıyız. İşe başlamak için kaybettiğimiz kamusal alanları geri isteyerek ya da mahalemizde konu komşuyla yenebilir bitkilerden kollektif bir kent bahçesi yaratatabiliriz. Bir buldozerle yaptığımız herşeyin bir gün yerle bir edilebileceğini söyleseler dahi bunu yapmalıyız! Yiyeceğimizi toplum destekli tarımla yakın çevredeki yetişirilerden direk alıp onların yaşamasına katkıda bulunup sağlıklı yiyeceğe direk ulaşacak döngü yaratabiliriz. Via Campesina’nın önerdiği gibi tarımının agroekolojik yerli ve geleneksel köylü tarımına döndürülmesigerekiyor. Çünkü her ne kadar kapitalizm yeşil reformlarla kendini ‘eko’ kılmaya çalışsa da bizim söylemimiz farklıdır. Bunu alternatif bir kültür yaratma çabası olarak değerlendirmeliyiz.

2011 Yılı sonuna doğru NewYork’tan dünyaya yayılan Occupy eylemleri yukarda söz ettiğimiz dönüşümlerle bize kapitalizmin en zayıf halkasından değil, toptan yerle bir edilmesi gerektiğini söylüyor. Occupy bir başka deyişle emperyalizmi durdur anlamına gelen bu harekette en çok vurgulanan yiyecek bağımsızlığı ya da özgürlüğüdür. Sonra da bankalar ve paranın yerine ne konacağı… Yiyeceğin ulusal ve ulus ötesi şirketlerin eğemenliğinden kurtarılıp yerel ve insani ölçeğe dönüştürülmesi ve halkın ihtiyacına göre toprağını nasıl kullanacağına kendisinin karar vermesi gerekir. Via Campesina bunu tarımın geleneksel ekolojik yöntemlerle yerele dönüştürülmesi olarak gösteriyor. Hindistan da GDO öncüsü ve imparatoru Montanso egemenliğine bayrak açıp Navdanya diye yerel bir tohum bankası kuran Hintli aktivist ve ekonomist Vandana Shiva der ki; önce aileni, sonra mahalleni/köyünüdoyur. Eğer hala ürün fazlan varsa bölgesel pazara götür. Bu durumda ulusal ve hele hele uluslarası pazara götürecek ürün fazlan zaten kalmayacaktır. Özetle yerele odaklanırsak aynı zamanda karbon ayak izimizi de önemli ölçüde azaltmış olacağız.

İnsanın doğanın efendisi değil bir parçası olduğunu, yiyeceğin süpermarket raflarından değil doğal döngüde güneşten gelen enerjiyle, topraktan alınan mineral ve onu sarmalayan börtü böcekle paylaşıldıktan sonra tabağımıza geldiğinin farkındalığını yaratmalıyız! Var olan yıkımı durdurmak için direnenler açısından MST’ li konuşmacının bizim de tekrarlamamızı istediği son tümcelerle noktalarsak: Küresel Mücadele! Küresel Umut!

YARALANILAN KAYNAKLAR ve dipnotlar:
1. MSTinin de birlikte çalıştığı Latin Amerikalı köylülerin 2006 Roma Yiyecek Zirvesinden sonra yiyecek sisteminin demokratikleştirilmesi konusunda geliştirdikleri örgütlenme: http://viacampesina.org
2. Ekilebilir arazilerin ülkelere göre kıyaslandığı istatistik http://www.nationmaster.com/graph/geo_lan_use_ara_lan-geography-land-use-arable
3. Avrupa Yieyecek Egemenliği Konusunda video http://www.youtube.com/watch?v=th4uT2coXhk
4. Micheal Pollan, Botany of Desire kitabı
5. Nadia Cuffaro, David Hallam, ”Land Grabbing” in Developing Countries: Foreign Investors, Regulation and Codes of Conduct, Università degli Studi di Cassino FR,March 2011. Araştırma devam eden çalışma.
6. Fred Magdoff Ticari bir emtia olarak yiyecek, http://monthlyreview.org/2012/01/01/food-as-a-commodity.

Yazı Özgür Üniversite Forumu ‘Büyüme’ sayısında Ocak 2012 de yayınlanmıştır.

Yerli insanlar, bilge köylü ve çiftçiler toprağı dinleyerek, gözleyerek ihtiyaçlarına cevap arıyor. Laboratuarları ve modern aletleri bulunmuyor. Toprağı anlamanın temeli toprakla, güneşle, rüzgarla, mevsim dönüşümleriyle iç içe bir hayattır.

Eskiler “hangi topraktan ne yersen o’sun” demişler. Doğru, ama günümüzde yiyeceklerin yetiştirildiği toprağın niteliğinin de belirtilmesi gerekiyor. Çünkü petrokimya ürünü gübre, haşere ve ot öldürücü kullanılan toprakta da sebze yetişiyor, hızlı yeme-içme restoranları da yeşil salata satıyor, organik standartları deseniz hâlâ tartışılıyor.
Yerli insanlar, bilge köylü ve çiftçiler toprağı dinleyerek, gözleyerek ihtiyaçlarına cevap arıyorlar. Laboratuarları ve modern aletleri bulunmuyor. Toprağı anlamanın temeli toprakla, güneşle, rüzgarla, mevsim dönüşümleriyle iç içe bir hayattır. Bozulmuş, restorasyon bekleyen yerlerde de bu anlayış benimsenmelidir. Permakültür, böylesi basit teknik ve teknolojilerle özerk çözümler arar.

toprağı tanıyalım
Toprak insan vücudu gibi canlıdır. Bir avuç sağlıklı toprakta birbiriyle eşgüdümlü çalışan binlerce bakteri vardır. Azot, potasyum, fosfor, kükürt, kalsiyum, magnezyum, bakır ve bor minerallerinden oluşan toprakta temel ihtiyaç, su, karbon ve oksijen’dir. Toprak kanımız gibidir, eksiğine fazlasına göre tedavi gerekebilir. Toprak kirleticilerden uzak olsa da esinti ve yeraltı yerüstü sularıyla kimyasallar ve ağır metallerden etkilenebilir. Örneğin, ABD’nin Washington eyaletinde, yaşadığım Vashon adasının bir bölümü, 40 km güneydeki bakır madeninden gelen esintiyle ağır metallere (arsenik, kadmiyum, civa, kurşun) maruz kaldı. Değil toprakta yetiştirilenin yenmesi, çocukların yalınayak yürümesi dahi sakıncalıydı. Adada multipl skleroz (MS) hastalığının yaygınlaşma nedenlerinden birinin bu olabileceği düşünüldü. Önerdiğimiz iyileştirme projelerine nüfusun bir kısmı taraftar olmadı; hattâ bazıları arsa fiyatları düşmesin diye topraklarının kirlilik düzeyini sakladı. Yeni Zelanda’nın başkenti Wellington’da da eski bir bowling alanına toplum bahçesi yapmak istediğimizde, dikloro difenol trikloroethan (DDT) kirlilik sınırının yenebilir bitkiler ekilmesine izin vermediğini gördük. Dolayısıyla öncelikle birkaç yıl toprağı iyileştirme programı gerçekleştirildi.
Hastalığın türüne göre değişen tedavi yöntemlerinden bildiklerim; çeşitli mantar ve derin köklü bitkilerle iyileştirme yapılan mikoremediasyon ve biyoremediasyon, diğeriyse nükleer kirlilikte de kullanılan, etkin mikroorganizmaları harekete geçirerek toprağın DNA’sının yararlı bakterilerle mikrobiyolojik olarak temizlenmesinin amaçlandığı Etkin Mikroorganizmalar (EM)’dir. 1986’da ülkemizi de yakından etkileyen Çernobil nükleer santralı kazası, Irak savaşında kullanılan silahlar, 2010’da Meksika körfezinde BP petrol kazası, 2011’de Japonya depremi nedeniyle meydana gelen Fukushima nükleer santralı çöküşüyle ortaya çıkan tablo, kirliliğin sınır tanımadığını gösteriyor. Avrupa’dan gelen otomotiv ve beyaz eşya sanayinin, karbondioksit emisyonu yüksek ülkelerden biri haline getirdiği Türkiye’de de benzeri iyileştirme yöntemleri uygulanmalıdır.
Toprağa her fırsatta organik madde ilave etmek herkesin yapabileceği uygulamaların başında gelir. Toprağın çaresi yine toprak içindedir. Önce toprağın kil ve kum seviyesi bilinmeli, gerekiyorsa dengelenmelidir. Sonra toprağın asitlik veya bazlık derecesi ölçülmelidir. Bu, ortamda yetişen bitkiler gözlenip not tutarak da izlenebilir. Mümkünse böylesi bir gözlem kendi haline bırakılmış vahşi yaşam alanlarında yapılmalıdır. Permakültür tasarımlarında mutlaka vahşi yaşam alanı denilen bir bölge ayrılır. Örneğin, ısırgan otu toprağın verimli olduğunu, Karadeniz gibi yarı tropik iklimde görülen yaban gülü ya da komar denilen Rhododendron alkalin olduğunu, yosunlar veya atkuyruğu çürüyen odunsu bitkilerin varlığını ya da nitrojen fazlası nedeniyle toprağın su geçirme sorunu olduğunu gösterir. Nasıl insan vücudu asit ve baz dengesi bozulduğunda iyi hissetmiyorsa, toprak da öyle bir denge ister.

toprakta su
Sap, saman, kuru yaprak ya da kuru dalların kalınca öğütülerek bir toprak örtüsü yaratılması (malçlama / örtüleme) buharlaşmayı azaltıp toprağın nemini koruyacağı gibi yeni mikro canlılar oluşmasına da yardımcı olur. Bunun yanında yonca vb. bitkilerle yaşayan malç yapmak da mümkündür. Ayrıca permakültürün vazgeçilmez bitkilerinden, yaşayan malç özelliği olan karakafes otunun özellikle meyve ağaçları altına dikilmesi hem bir dizi mineral sağlar, hem de toprağı ve kompostu aktive eder. Çok fonksiyonlu bu iri yapraklı minik mavi çiçekli tüylü bitki, silikon, nitrojen, magnezyum, kalsiyum, potasyum ve demirce zengindir. Çiçekleri salatada, yaprakları ve çiçekleri tıbbi amaçla kullanılabilir.
Anadolu’da su en büyük sorunlardan biri olduğuna göre toprağın su tutması sağlanmalıdır. Permakültürde, araziye düşen her damla suyun korunması hedeflenir. Hem akifere geçirilmesi hem de arazinin yağmursuz zamanlardaki su ihtiyacı için yağmur hendekleri (swales) ve eğimli arazilerde eşyükselti noktaları (keypoints) ile eşyükselti hattı (keyline) konturları oluşturulur. Böylece araziye gelen su doğal havuzlarda biriktirilerek mikro iklim de yaratılabilir.
Ekilmiş bir mahsulün hasat edilmeden, toprağı ıslah etmek maksadıyla toprağa gömülmesine ‘yeşil gübreleme’ ve bu amaç için kullanılan bitkilere ‘yeşil gübre’ adı verilir. Sonbaharda hasattan sonra toprağa gömülen karabuğday ve Pallionacae ailesinden lupin ya da yulaf bunlardan bazılarıdır. İlkbaharda toprağa karıştırıldıklarında çürüyerek bünyelerinde bulunan azotu ve besin maddelerini toprağa verirler. Toprak humus ve organik madde açısından zenginleşir.

kompost
Kompost toprağı iyileştiren en önemli maddedir. Kompostu aktive etmek için içindeki yararlı organizmalar artırılmalıdır. Örneğin, -bir gece önce tatlı suda ıslatarak tuzlu suyunu gidermek kaydıyla- deniz yosunu kompostta kullanılabilir; karahindiba, karakafes otunun yaprakları, papatya, ısırgan otu, tavuk ve güvercin gübresi de kompost içindeki mikro bakterileri harekete ieçirir ve artırır. Ayrıca bir avuç kompost ya da solucan kompostu, pekmez vb. ile oksijeni arttırılarak kompost çayı yapılabilir. Kompost çayı komposttaki yararlı bakterileri oksijenize ederek harekete geçirir. Özellikle büyüme döneminde bitkilerin yapraklarına ve köklerine püskürtülerek doğrudan çözülmüş hazır mineral almaları ve direnç kazanmaları sağlanır. Ayrıca bitkideki haşereleri yok etmek için de yararlıdır.
‘Dinamik akümülatör’ denen bitkiler toprakta eksik olan mikro ve makro mineralleri sağlama açısından çok önemlidir. Özellikle yiyecek ormanı oluşturmada ve bitki birliktelikleri yaratmada bu tür bitkiler kullanılmalıdır. Bunlar arasında kadife çiçeği, havuç ve yer elması gibi yumrulu bitkiler vardır. Karakafes otu bu amaçla da kullanılabilir.

toprak yaratma
Toprak yaratmanın birçok yolundan biri de mantar ve solucanları kullanmaktır. Bunlar suyu ve havayı daha iyi emerek yeni ve verimli toprak oluşumuna yardım eder. Toprak yaratmak, karbonu bir nevi toprağa gömmektir. Mutfak ya da çiftliğimizden çıkan biyolojik atıkları çöplüğe gönderip ek maliyet yaratmak yerine toprağa geri döndürerek hem toprağı zenginleştirir hem de karbon ayak izimizi azaltabiliriz. Tarımsal faaliyetlerin iklim değişimine etkisinin %12 olduğu dikkate alınırsa, bu azımsanacak bir çaba değildir. Çiftlikler için karbonu toprağa gömmenin bir başka yöntemi tarımsal atıkların biyokömür haline getirilmesidir. Böylece hem toprağın nemini artırmış, hem de kimyasal atıklar ve ağır metalleri indirgeyip toprağı rehabilite etmiş oluruz.

doğal tarım
Endüstriyel tarıma karşı alternatif geliştiren Manasobu Fukuoka, Japonya’nın geleneksel tarım anlayışını da kullanarak, az emekle sağlıklı ve bol ürün alınabileceğini gösterdi ve bir yöntem armağan etti bize… Kompost ve kompost çayıyla da uğraşmadı. ‘Bir tohum topu içinde koca bir yaşam vardır’ diyen Fukuoka, kil toplarını toprağa saçıp ekin sapıyla kapamanın, üzerini de beyaz yonca türü yer örtüsüyle örtmenin topraktaki biyolojik aktiviteyi ve bereketliliği artırdığını gösterdi.
Avusturya Alplerinde permakültür tekniklerini izleyen, yabani çiçek tohumları dahil, karıştırdığı 40 a yakın tohumu toprağa atarak toprağı zenginleştiren ve biyolojik çeşitliliği arttıran Sepp Hollzer böylece bitki hastalıkların önlenebildiğini kanıtladı. Arazisindeki fazla ağaç kütüklerini kullanarak gerçekleştirdiği yükseltilmiş yatak tekniği Hugelkültür (Hugelkulture) yönteminin, sebzelerin su ihtiyacını azalttığını ve çürüyüp ufalanarak toprağa dönen odunun toprağı doğal olarak beslediğini gösterdi. Derinliği ya da yüksekliği 1 metreye varabilen bu tür yataklarda odunların çürümesi iki ya da üç yıl yıl alabilir, ama ikinci yılın sonunda özellikle havuç gibi derin köklü sebzeler için, organik maddesi hazır, yıllarca verim alınabilen mükemmel bir ekim alanı kazanılır. Üstelik bu yöntemle bahçemizi sıkça sulama gereksinimi de duymayız. Öğrencilerimle gerçekleştirdiğimiz birkaç uygulama sonucu böylesi bir bahçede ilk yıl dahi az bir sulama ile zengin mahsul alındığını gördük.
Anadolu kültüründe birçok ozan toprağı baştacı etmiştir. Örneğin, Aşık Veysel “benim sadık yârim kara topraktır” demiştir. Toprakla uğraşan kadınların sayısı belki erkeklerden çoktur ama onların deyişleri kayda geçmemiştir. Büyük anneannem birçok Anadolu kadını gibi ‘topraktan geldik toprağa gideceğiz’ diyerek her daim toprağa teşekkür ederdi. Bize toprağın bir verene bin verme cömertliğini ve yaşamın döngüsünde her şeyin toprağa dönüşmesini anlatmaya çalışırdı.
Artık, endüstriyel tarımın hor kullanarak yaralar açtığı, acılar yaşattığı toprağın sesini dinleme, sevincini ve tasasını toprakla paylaşan Anadolu kültürünü diriltme ve bir toprak kültürü yaratma zamanıdır.

Bu yazı 2011 yazında Zeytin Burnu Tıbbi Bitkiler Bahçesi periyodik yayını yayını Sağlık Çevre Kültürü Dergisi 5. sayıda yayınlanmıştır.

“…topraktan bir şey almadan önce yerine ne koyacağını düşün!”
Maori sözü

Kentler kültürel, ekonomik ve sosyal birikimin yoğunlaştığı yerler olduğundan nüfusun da çok olduğu yaşam alanlarıdır. Yiyecek en temel gereksinmelerin başında geldiğine göre kentte bulunduğum sürece düşünmüşümdür; bu kadar yapılanmış çevrede bunca insan nasıl yiyecek bulabilir –hiç değilse bir kısmını nerede üretebilir diye… Aynı zamanda kentler tüketim odaklı endüstriyalist bir yaşam tarzının dayatıldığı mekanlar olduğundan ekolojik ve toplumsal krizin yoğunlaştığı yerler haline gelmiştir. Ancak kentte yaşayanlara ‘kırsala dönüp ekolojik bir yaşam kurarsan kurtulursun’ diyemeyeceğimize göre bulunduğumuz yerlerde çözüm üretmek durumundayız.

Öncelikle bir kent uzmanı olmadığımı belirteyim. Ancak yaşamımın büyük bir kısmını dünyanın en güzel, bazı yönlerden ise en sorunlu sayılabilecek kentlerinde geçirdim ve geçirmekteyim. Bu durumun aynı zamanda beni zenginleştirdiğini düşünüyorum. O halde benim kente bir borcum var, çözümün bir parçası olmalıyım. Ekolojik konulara uzun yıllardır kafa yoran biri olarak son beş yıldır permakültür odaklı edindiğim profesyonel deneyimler, bana kentte hem iyi bir gözlemci olmam gerektiğini hem de yukarıda Maori deyişinde belirtildiği gibi hep almayı değil, almadan önce yerine ne koyacağımı düşünmek gerektiğini daha iyi öğretti. Bu yazıda permakültürle yaşadığımız yeri nasıl ‘bizim’ kılabileceğimize bakmaya çalışacağım. Evimizin önünü temiz tuttuğumuz gibi, bizim olanı da kirletip yok etmeyiz hatta sahip çıkarız değil mi?

Ekolojik yaşam tasarımı diye tanımlanan permakültür organik yiyecek yetiştirmekten ötedir. Kentte yaşamımızı planlarken bir düşünelim; merkezileştirilmiş su ve elektrik şebekesi ya da ulaşım sistemi herhangi bir nedenle sekteye uğrasa yaşamımız ne kadar kendine yeterli olacaktır? Suyumuz ve yiyeceğimiz nerden geliyor ve bize ulaşana değin ne kadar ekolojik ayak izi ya da karbon ayak izi oluşturuyor? Komşularımızla ne kadar karşılıklı dayanışma ve yardımlaşma içindeyiz? Permakültürle tüm bunlara hem bireysel hem de toplumsal anlamda çözümler ararız. Karbon ayak izimizi azaltmak (hatta mümkünse yok edecek şekilde) yerelliğe dayanan tasarımlar yapmaya çalışırız. Üreteceğimiz tasarımlar biyolojik ve ekolojik bilgeliğe dayanıp zorluklara (herhangi bir afet anı dahil) dayanıklı olmalıdır. Bu nedenle çözümlerimiz yerel kültüre, iklime, coğrafyaya, sosyal yapıya ve daha bir dizi öğeye bağlıdır.

kentte permakültür olursa nasıl olur?

Permakültür küçük ölçekli alanlarda bolluk yaratmayı amaçladığına göre kentteki yaşam alanları buna iyi bir örnek teşkil eder. Bu yöntemle yarım dönümlük bir bahçeden dört kişilik bir ailenin yiyecek gereksiniminin yarıdan çoğu karşılanabilir. Bu kadar alanınız yok ve hatta apartman dairesinde yaşıyorsak yine de bir şeyler yapabiliriz. Örneğin, apartman ya da site yönetimini yağmur suyu hasadı yapmaya ikna edebilir, mutfak ve banyodan gelen gri suyu yeniden kullanıma sokabiliriz.

Bunların yanı sıra balkon bahçeciliği ve dikine bahçecilik gibi yapılabilecek yaratıcı uygulamalar bulabiliriz. Öngörülere göre su sorunumuzun gittikçe artacağını dikkate alınırsa önerilerime su tasarrufu odaklı devam edeceğim. Ankara’da bir arkadaşıma balkonunda şifalı otlar ve yenebilir çiçeklerden kilim desenli bir bahçe oluşturmayı önermiştim. Böylece hem balkonundaki alan genişleyecek hem de şifalı otlar mutfağında yanıbaşında olacaktı. İşte size Zon (Mıntıka) 0’da yani yaşadığımız evin içinde Zon 1 yaratmak. Burada tasarımlarımızda kullanılacak alanımızı kullanım sıklığına göre bölgelere ayırdığımızı anımsatmalıyım. Üstelik bu modelde yukardan azıcık su konmasıyla -eğer doğa dostu temizlik ürünü kullanıyorsanız hatta küllü suyu kendiniz yapıyorsanız- bulaşık suyunuzla tüm bahçeyi sulayabilecek ve salatanıza koyacağınız maydanoz, nane, kekik vb baharatlı otların kokusuyla salatanızı yiyeceksiniz. Buna ek olarak belki apartmanınızın tepesine kolektif bir çatı bahçesi yapabilir, hatta bir köşesini haftada bir paylaşacağınız potlaçlara ayırabilirsiniz. İstanbul’un göbeğinde yaşadığım yıllarda böylesi bir alan oluşturduğumuzu ve çocuklarımızın bile ortamdan ne kadar zevk aldığını hala anımsıyorum. Yalnız çatı çok güneş aldığından bitkilerinizi kanopi bahçesi olarak yerleştirmeniz önemli olabilir.

Bir de solucan kompostunun apartman dairelerinde dahi hiç kokusu olmadan yapılabileceğini yine kendi deneyimimden biliyorum. Solucan kompostu mutfağınızdan çıkan birçok biyolojik atığı toprağa dönüştürecektir. Bunun altından alacağınız suyla ve toprağıyla yapacağınız kompost çayı bitkilerin yaprakları ve dalları üzerine serpilirse, hem hastalıkları önler hem de büyümelerini hızlandırabilir. Evinizde direk güneş almayan bir yere koymanız yeterlidir. Ben bir sene boyunca yaşadığım dairede yer olmadığı için banyomda uyguladım ve gayet iyi çalıştı. Üstelik banyonun nemi de en sıcak yaz aylarında dahi kompostumuza serinlik sağlamış oluyor. Solucan şerbetinin balkon bitkileri için kullanımı çok pratiktir ve oldukça çekici bir rengi vardır. Avustralya’da çalıştığım organik yiyecek kooperatifinde şişeleyip satıyorduk ve yanlışlıkla meyve suyu sanılıp içilmesin diye şişenin üzerine uyarıcı etiket yapıştırıyorduk. Üç ayda bir solucan kompostunun en altında biriken toprağı ve solucanları ayırıp apartmanın bahçesindeki bitkilere koyduğunuzda onlar da bayram edecektir.

kolektif projeler toplum bahçeleri ve kent çiftlikleri

İstanbul’un eski bostanlarında ne kadar kolektif bir çaba vardı bilmiyorum ama çocukluğumda İstanbul Bostancı’daki bostanları biraz anımsıyorum. En azından gidip oradan soğan, marul, domates alırken yiyeceğimizin bir kısmının nereden geldiğini ve hangi koşullarda kimin yetiştirdiğini biliyorduk. Tarihsel olarak daha da öteye gidersek, bir zamanlar İstanbul tarihi yarımada çevresinin kentin yiyecek ambarı olduğunu biliyoruz. Günümüzde büyük bostanlara yer kalmadığına göre küçük ölçekli de olsa kolektif kent bahçeleri yaratabiliriz. Eğer kolektif bir ruhla yapılırsa kent toplum bahçeleri dediğimiz bu alanlar aynı zamanda sosyal olarak da topluma çok şeyler kazandırıyor.

Altı yıl önce Yeni Zelanda’nın başkenti Wellington’da bir kilise bahçesinin bir dönüm kadar alanını
atıklardan temizleyerek yenebilir bitkilerden oluşan bir peyzaj yarattık. Böylece hem atıl ve atık deposu haline getirilmiş bir toprak parçasını yeniden diriltmek hem de eğimli bir arazide nasıl tarım yapılacağı konusunda bilgi ve becerilerimizi geliştirmiş olduk. Daha öncesinde, kent belediyesinden talep ettiğimiz kentin göbeğinde bir başka alan daha vardı ki; oranın bize tahsis edilmesi neredeyse üç yıl uğraştırdı. Proje detaylarının kent belediyesi tarafından kabul görmesi ve yerel gruplara kendimizi anlatmamız çok çetrefilli bürokrasiyle uğraşmayı gerektirdi. Yaklaşık dört dönümlük bu alandaki toprak DDT’den orta düzeyde etkilenmişti. Toprağını iyileştirme (remediation) yöntemlerini de böylelikle beceri dağarcığımıza ekleme fırsatı elde ettik. Kendi insiyatifim olan “Innermost Gardens” adını verdiğimiz her iki proje de aynı zamanda çok kültürlülüğe hizmet ediyor. Şu anda çeşitli permakültür eğitimlerinden, okul çalışmalarında toprakla ilgili beceriler kazandırmaya kadar çok sayıda etkinlik için eğitim merkezi haline gelmiş durumdadır.

Türkiye’de ekolojik pazarların yanı sıra Toplum Destekli Tarım’a adım atılması sevindirici. Yakın çevrenizdeki bir grup insanla ortaklaşarak; örneğin İstanbul’da Şile, Çatalca, Silivri’deki çiftçilerin kendi arazilerinde yetiştirilmiş ürünleri tercih ediyor olmak o çiftçilerin doğrudan desteklenmesi anlamına geliyor. Böylelikle üretici ve tüketici arasında doğrudan kurulan organik bağlar mevsim dönüşümlerini toprakla ilintili birçok paylaşıma açık olacaktır.

Bunun yanında kent bahçelerinden daha büyük ölçekte bir mahalleliye yetecek çokyıllık bitki ve ağaçlardan (aralarında tekyıllıklar da olabilir) bir yiyecek ormanı yaratmak da mümkündür. Avustralya’dan İskandinavya’ya kadar artık pek çok şehirde kolektif yiyecek ormanları oluşturuluyor. Şimdi yaşadığım ABD’nin Seattle kentinde dar gelirlilerin yararlanabileceği ve emek koydukları 10 dönümlük bir alanı kapsayan büyük bir toplumsal yiyecek ormanı projesi oluşturmaya çalışıyoruz. Şunu tekrarlamalıyım ki; bu tür projelerde gelişmiş ve demokratik denilen ülkelerde dahi bir dizi engele karşılaşabiliyor. Dolayısıyla sabırlı ve kararlı olmalısınız!

okullarda kolektif yiyecek peyzajları

Anadolu kültürünün bitkilerle tedavi birikimi bir hayli köklüdür. Bu zenginliği henüz kaybetmemişken gelecek nesillere taşımamız iyi olmaz mı? Örneğin, bahçesi olan okullarda bir bölüm yenebilir peyzaja dönüştürülebilir. Olmayanlara ise pencerede perde şeklinde atık (plastik tetrapak vb.) kutulardan bir pencere bahçesi oluşturabiliriz. Ve bunu çocuklarla ya da gençlerle yapacağınız bir proje haline getirebilirsek onlar da bu işten çok zevk alacaklardır. Genelde hidroponik denilen yalnızca suyla yapılan bu tür bir tarımı aslında az bir toprak kullanarak bitkilerimizi arada solucan suyuyla besleyerek de yapabiliriz. Örneğin, koşarken düşen bir çocuk aloverayı alıp dizine sürüp kendini tedavi edebilir. Bu durumda okulda kimyasallardan oluşan bir ecza dolabı yerine çoğunluğu bitkilerle tedaviyi esas alan doğayla bütünleşme kültürü geliştirebiliriz.

Bir diğer örnek de anaokulu çocuklarının dahi çok zevk aldığı tohum topları yapma etkinliği var. Örneğin, gelincik papatya vb. vahşi yerlerde yetişebilecek yabani meyve tohumları dahil toplayarak yapılan tohum toplarını ilkbahar ve sonbahar da okulun ya da mahalledeki yolun bir kenarına bırakıp gelişmesi öğrencilerle izlenebilir.

Bugün gelişmiş ülkelerin çoğunda çocuklara ve gençlere sağlıklı yiyecek programları sunuluyor. Daha duyarlı okul yönetimleri bunu -okula kompost tuvalet yapmak gibi- permakültür uygulamalarına kadar götürebiliyor. Öyle ki, okul kantinlerinde öğrencilerin kendi yetiştirdiği sebze ve meyvelerden öğrenciler kendileri yiyecek hazırlayıp sunmaktalar. Hatta çocuklar, projelerine fon sağlamak için kafa yormaya ve pratik olarak bir şeyler yapmaya teşvik ediliyor. Oğlum ortaokuldayken yenebilir bitkiler bahçesini (bütçesi dahil) arkadaşlarıyla kolektif bir şekilde oluşturdu. Böylece hâkim eğitim sistemi birazcık da olsa sıkıcı olmaktan uzaklaşıp gerçek yaşamın bir parçası haline geliyor.

gözlem, deneyim ve paylaşım

Permakültür tasarımında alanla ilgili fiziksel olduğu kadar sosyal anlamda da dört mevsimlik (hatta olabiliyorsa daha fazla) bir gözlem yapılması önemlidir. Örneğin, Seattle’da kiralık evimin sahibi benim bir permakültür uzmanı olduğumu duyunca sevinmişti. İlk sorduğu bahçesindeki kara böğürtlenle nasıl başa çıkabileceği oldu. Bahçenin her yerini sarmış olan kalın köklü dikenli böğürtlenle başa çıkmak yağışı bol olan bir yerde kolay değildir. Buna çare olarak önce keçi sonra da domuz kiralamamız gerektiğinden söz edince ev sahibim güldü… Oysa gerçekten bunu iş edinen keçi ve domuzlar vardı. Hatta çevre düzenleme uzmanları, “eyvah ekonomik krizin olduğu bu yıllarda işimizi keçilere ve domuzlara kaptırdık” diye serzenişte bulunuyorlardı ve bu tür haberler basına da yansıyordu. Ev sahibim Lorena gelip gittikçe bakıyor ve kayda değer bir değişiklik görmeyince bir gün bahçemi ne zaman yapacağımı sordu. Ben de, “acelem yok bakıyorum; biz permakültürcüler önce uzun süre bakar düşünürüz” dedim. Nasıl bir tasarım yapmalıydım ki var olan alanı maksimum düzeyde verimli olarak kullanmalıydım. Üstelik kiracı olarak da giderken toprağa, kendime ve dostlarıma geride bir şeyler bırakmalıydım. Buna kiracılar için permakültür diyoruz.

Ev sahibim benden neredeyse umudunu kesmiş olacaktı ki sık sık sormaktan vazgeçti. Ancak ilkbahara doğru gelip gördüğünde “şimdi ne demek istediğini anladım” dedi. 10 çeşit böğürtlen, sonbaharda topladığım yapraklar ve alışveriş yaptığım marketten getirdiğim atık kutuları kendi yaptığım kompostla birleştirince bahçeyi ilkbahar için ekime hazır hale getirmiştim. Çevresi renkli şişelerden oluşan yılan biçimli şifalı otlar sarmalı ise küçücük ön bahçemde gelip geçenlerin ilgisini çekmeye başlamıştı. Benim için de verandada kitabımı okumak ve çayımı yudumlamak daha zevkli hale gelmişti.

su kullanımı

Su gereksinimi yağmur hasadı dışında mahalle bazında kurulacak sarnıçlarından karşılanabilir. Meksika’nın Oaxaca Etno Botanik bahçesini geçen sene (2010) ziyaret ettiğimde bu bahçenin suyu yaz aylarında bahçenin altında bulunan ve bir dönüm kadar alanı kaplayan devasa bir sarnıçtan karşılanıyordu. Bu sarnıç tamamen yağmur suyu hasadıyla dolduruluyor. Elbette bitkilerin çoğunun o iklime dayanıklı olanlardan seçildiğini eklemeliyim.

Son yıllarda gri su dediğimiz banyo ve mutfaktan çıkan suyun yeniden kullanıma sokulması yaygınlaşmaktadır. Akiferin gittikçe kuruduğu ve tatlı suyunun yüzde bire kadar düştüğü dikkate alınırsa bizim de bunu vakit geçirmeden dikkate almamız iyi olabilir. Endüstriyel etkinlikler ve yanlış arazi kullanımı Türkiye’nin de iklim değişiminden hayli payını aldığını, hatta Avrupa’da Karbondioksit emisyonları en fazla ülkelerden biri halinde olduğunu gösteriyor. Bu durumda her damla suyun korunması ve yeraltında yeniden döngüye geçirilmesi gerekmektedir. Ayrıca kullandığımız atık suyun belki de kilometrelerce ötedeki tesislerde temizlendikten sonra (eğer varsa) denize verilmesinin gideri yine bizim cebimizden çıkıyor. Oysa kompost tuvaletler oluşturulması, gri suyunsa bahçede kullanılması doğrudan bir çözüm oluşturabilir. Bazı verilere göre yağmur, kar vb. suların akiferde birikmesiyle dünya su stokunun sadece %1-5 arası bir kapasite yaratılabildiği söyleniyor. Bunu artırmanın önlemlerini bugünden almazsak su çatışmalarının arttığı bir gelecek bizi bekliyor olacaktır. Bunun yanında suyun özelleştirilmesinin ve akan dereler önünde barajlar yapmanın da en büyük tehlike olduğunu eklemeliyim.

kurulacak yeni kentler köy düzeyinde olmalı

Bu kadar sosyalleşmeyi seven bir toplum olarak sokakları ve kamusal alanları geri istemeliyiz. Kavşak noktalarını, bankları, açık hava toplanma yerlerini ve toplumsal imece evlerini yeniden yaratmalıyız. ABD’nin Oregon eyaletinde Portland kent halkı toplumsal ve ekolojik dönüştürme projeleri konusunda yalnızca ABD ye değil dünyaya örnek oluyor. “Kenti Onarma” (City Repair) adı altında gerçekleşen projeler her yıl 10 günlük bir festivalde uygulamaya dönüştürülüyor.

Bu etkinliklerde permakültür uygulamalarından eko köy tasarımlarına ve evsizler ve toplum dışına itilen diğer insanların projelerine yer veriliyor. Kavşaklar sanatsal bir şekilde yayalar için onarılıyor. Geri dönüşümlü doğal malzemelerden oturma yerleri, heykeller yapılıyor ve motifler yapılıyor. Bu toplumsal projeler imece şeklinde kolektif bir şekilde gerçekleştiği için ne belediyeye fazla yük oluyor ne de büyük paralar gerektiriyor. Böylece kente yaşayan bir kimlik kazandırıyor. Kentte bisiklet neredeyse temel ulaşım aracı haline getirilme durumundadır. Böylelikle orada yaşayanlar kendi emek verdiği köşe için ‘bizim’ diyor gerekirse ona zarar veren kişiyi uyarıyor. Aynı zamanda ‘kent arabalar için değil insanlar içindir’ mesajı veriliyor.

Bu sene 10. su yapılacak olan Portland City Repair projesinin öncüsü Mark Lakeman bir kent tasarımcısıdır. Lakeman’ı çeşitli konferans ve toplantılarda birçok kez izledim. Kentlerin tarihsel gelişimine bakarak, “Biz hepimiz aslında köylüyüz. Kenti köy haline dönüştürmek lazım” der. Yapılan etkinliklerin adına da ‘Village Building Convergence’ bir başka deyişle ‘Köy Yaratma Birlikteliği’ deniliyor. Kenti büyük ve atıl olmaktan ancak onu küçük birimlere bir başka deyişle köylere bölerek gereksinmelerimizin çoğunu yerel olanaklarla karşılayabilir, karbon ayak izimizi azaltabilir yabancılaşmanın büyük ölçüde önüne geçebiliriz.

Yukarıda söz ettiğimiz permakültür zonlarında (mıntıkalarında) kenti tasarlarken ya da revize ederken yaşam alanlarını daha fonksiyonel hale getirebilir böylelikle de karbon ayak izimizi daha da aza indirirken zamandan da tasarruf etmiş oluruz. Lakeman bu hareketi başlattıklarında yaptıklarının büyük bir kısmının yasal olmadığını ekliyor. Diyor ki, “ama yerel yönetime daha iyi uygulamalar için yardımcı olduk”. Görüyoruz ki yurttaş olarak verilenle yetinmemek daha iyisi için permakültürün bir diğer ilkesi gibi çözümü problemin içinde aramak, marjinal olanın yaratıcılığından yararlanmak daha güzel sonuçlar verebiliyor.

Bu yazı ilk olarak Mart 2011 tarihinde Arredamento Mimarlık Dergisinde yayınlandı.

KAYNAKLAR
-Pencere bahçeleri http://www.windowfarms.org/
-YZ deki InnermostGardens http://www.innermostgardens.org.nz/
– Meksika’nın Oaxaca kentindeki EtnoBotanik bahçesinin yeraltı su sarnıcı- http://gardenerinmexico.blogspot.com/2007/08/oaxaca-ethno-botanical-gardens.html
– Dünyada kullanılabilir ve su çatışmaları hkd- http://www.worldwater.org
-Seattle daki Permakültür Yiyecek Ormanı projesi- http://jeffersonparkfoodforest.weebly.com/
-ABD Portland Kenti Onarma Projesi- City Repair http://vbc.cityrepair.org

http://permakulturplatformu.org/?p=1551

…bu gezegende permakültürcüler diğer gruplardan daha önemli işler yapıyor.
-David Suzuki

Yukarıdaki deyimi Kanadalı biyolojist David Suzuki ekolojik krizin yoğunlaştığı ve küresel iklim krizinin net olarak yaşandığı 20. yüzyılın sonlarında söyledi. Permakültürün doğayla uyumlu insan yerleşimleri tasarımı olduğunu biliyordu. Permakültürle insanın kendini doğanın efendisi değil, bir parçası olarak görmesinin mümkün olduğunun da farkındaydı.

Bazı gelecek tahmincileri ‘permakültür küresel iklim değişimine çözüm üretebilir’ diyor. Permakültürün babalarından David Holmgreen de bunlardan biridir. Holmgreen permakültürün, küresel iklim değişimine ilişkin öngörülerde yenilenebilir enerjilerin yanı sıra enerji yoğun olmayan sistem tasarımlarına dayanarak umut veren bir gelecek vadettiğini vurguluyor. Bu yazıyla bu durumun nasıl mümkün olabileceğini göstermeye çalışacağım. Öncelikle permakültürün ne olduğuna, sonra nasıl işlediğine ve gelecek öngörülerinde permakültürün yerine dikkat çekip, sonuç bölümünde de permakültürün küresel iklim krizine nasıl merhem olabileceğine (yerine göre kendi gözlem ve deneyimlerimden örnek vererek) dikkat çekeceğim.

Permakültür nedir ve nasıl doğdu?
Permakültür insan yerleşimiyle ilgili barınak ve enerji kullanımından toplumu yeniden kurmaya kadar bütünlükçü ekolojik tasarım yöntemidir. Permakültürün babası Avustralyalı Bill Mollison’un Bir Tasarımcının El Kitabı (1) nda değindigi şu nokta önemlidir:

… Bir permakültür sisteminde yapılacak iş en aza indirgenir. Atıklar kaynak haline getirilir. Sonuç olarak üretimde zenginlik ve aynı zamanda doğanın yeniden restore edilmesi sağlanır.

Permakültür kıtlık senaryolarına karşı bolluk, bir başka deyişle kendine yeterlilik yaratmayı amaçlar. Böylelikle kapitalizme ve endüstriyelizme karşı duruşu söz konusudur. Avustralya’da 7 yıl yaşamış biri olarak permakültürün neden dünyanın yeraltı suyu anlamında en kurak kıtasında doğduğunu anlayabiliyorum. Orada yaşadığım sürece uranyum madenciliğinden, asırlık ormanların yok edilmesine kadar bir dizi ekolojik etkinliğe katkı verdim. Bugün Avustralya’nın özellikle Mebourne, Sydney ve Brisbane gibi büyük kentlerinde mahalle bazında permablitz yani permakültür halk hareketi gelişiyorsa, bu aynı zamanda küresel iklim değişimi sonucu ülkenin karşılaştığı kuraklık ve susuzluk nedeniyledir. Kuraklık diğer ülkelerde yok mu diyeceksiniz. Ama Avustralya’nın yeraltı yapısı olarak dünyanın en kuru kıtası olduğunu unutmayalım.

Avustralya bugün permakültürü yasalarına geçirererek ülke politikasında permakültüre doğrudan yer vermeye çalışıyor. Permakültür üniversitelerin bazılarında yüksek lisans ve doktora eğitimi durumdadır. Umarım bir gün bu çabalar Avustralya ekolojisine olduğu kadar ekonomi ve politiğine de damgasını vuracak duruma gelir.

Avustralya’nın toprakları (Türkiye dahil dünyanın birçok yerinde olduğu gibi) hassasiyet bekliyor. Çok değil, 12 yıl önce o ülkeye göç ettiğim dönemde oğlumun bebekken Victorıa eyaleti ile New Sout Wales arasındaki büyük Murray Nehri kıyısında çektiğim fotografının yeri bugün adeta hayalet bir tablo oluşturuyor. Hayvancılık ve tarımda kullanılan kimyasallar o koca nehri kurutmuş durumdadır. O yanlış uygulamalar sonucu ülkenin bir kısmının hem toprağı tuzlandı, hem de bazı nehir ve dereleri kurudu. Bunun yanında dünyanın sekizinci harikası olarak bilinen Queensland kıyısındaki Great Barrier Reef mercanlarının renk ve canlılığı kaybolmuş, adeta bir kül tabakasıyla kaplanmış durumda. Hatta toprağı tuzlanan iç bölgelerde bazı evlerin duvarları yıkılıyor. Bunun yanında Avustralya’nın ekonomisinin madenciliğe dayandığını da anımsamak gerekir. Madencilik en fazla yeraltı suyu kullanan endüstridir.

Permakültürün kökü yerli/eski kültürlerde

Mollison permakültürün kökünün eski kültürlere ve yerli (aborijin) kültürüne dayandığını vurgular. Hatta permakültür sembolü; aborijinlerin bir düş zamanı (dream time) öyküsündeki yılanın çevrelediği doğayı ve onun yer ve gökle bağlantısını yansıtır. Mollison’un Japon doğal tarım felsefecisi ve çiftçisi Masanobu Fukuoka’dan da esinlendiği dikkat çeker. Fukuoka 96 yıllık yaşamının yaklaşık son 45/50 yılını endüstriyel tarımın yıkıcılığına karşı doğal tarım yöntemlerini geliştirip dünyayla paylaşmaya adadı. Fukuoka’nın deneyimlerini Ekin Sapı Devrimi kitabında toplayıp dünyada ilk kez yayınlanmasını sağlayan Amerikalı Larry Korn’la son yıllarda ortak çalışma fırsatım oldu. Kendisinden Fukuoka’yla ilgili öyküleri her seferinde başka bir tad alarak dinledim. Korn Fukuoka’nın öğrencisi olarak Japonya’nın güneyindeki ile çifliğinde geçirdiği zamanı ve Fukuoka ile ilgili kitaplara yansımayan izlenimlerini şöyle anlatır:

‘Sensei uzun saçlarım ve sakalıma rağmen beni sıcak karşıladı. Daha önce hiçbir yerde görmediğim (taneleri iri iri olan) pirinç tarlasına şaşkınlıkla yaklaştığımı görünce şöyle dedi: ‘Bu pirinç böyle muhteşem büyüdü. Çünkü bu tarla 25 yıldır hiç sürülmedi’ ” (2).

Doğaldır ki endüstriyel tarımın göz kamaştırdığı dönemde Fukuoka’nın yıllarca doğal tarım bilgi ve deneyimlerini derlediği kitabı uzun süre yayıncı bulamamış. Kimyasallar olamdan, toprağı belleyip sürmeden ona canlılık verilebileceğine kimse inanmamış. Oysa doğal tarım yöntemi bugün permakültür literatürüne girmiş durumdadır. Toprağa her yıl organik madde ilave ederek ona daha fazla can katılabileceği deneyimlerle kanıtlanmıştır.

Korn ayrıca Fukuoka’yı ilk kez Amerikaya davet ettiğinde Los Angeles’daki parklarda ve yol kenarlarında gördüğü her yeni bitkiyi nasıl heyecanla incelediğini paylaşır. Gezisi sonunda ABD’de en çok neyi ilginç bulduğunu sorar. Fukuoka’nın şu bu bitkileri demesini bekler. Fukuoka ise, “Los Angeles’taki insanların yağmuru nasıl uygunsuz buldukları” diye yanıt verir. “İnsanın bu denli doğadan kopmuş olmasına üzüldüm” der Fukuoka… Bu noktada Avustralya’daki aborijin arkadaşlarımın açık havadaki bir toplantı sırasında yağmur başlamışsa hiç istiflerini bozmadan konuya konsantre oldukları aklıma geliyor. Her bir damlanın kendilerini kutsadıklarını düşünürlerdi. Elbette sel felaketi altında yağmur altında kalmayı kastetmiyorum.

Permakültür Mollison tarafından 1970 lerde ‘kalıcı tarım’ (permanent agriculture) olarak geliştirildi. Daha sonraki yıllarda köktenci bir hareket olarak dünyaya yayılmaya devam etti ve ediyor. Örneğin, Afrikalıların bugün okullarda uyguladığı su kullanımını en aza indirgeyen Anahtar Deliği şeklinde bahçeler (Key Hole Gardens), Azteklerin ‘sihirli tenceresi’, Fransız ve Almanların kompost yığınından elde ettikleri enerjiyle sıcak su, Anadolu’nun saman evi ya da Hindistan’ın biyodinamik yöntemlerine ilişkin bilgi ve deneyim birikimi yüzyıllar öncesine dayanıyor. Ve bunlar şimdi permakültürde kullandığımız ekolojik teknik ve yöntemlerden bazılarını oluşturur.

Permakültür etik ve ilkeleri
Mollison’un permakültürü etik temellere dayanır. Endüstriyelist bir dünyada etik gittikçe unutulmuş ve hatta tozlu rafları boylamış durumdayken böylesi bir yaklaşım yararlıdır. Kapitalist toplum doğada kaynak olarak görmediği herşeyi yok eder. Çünkü doğası gereği sürekli büyüme üzerine kurulmuştur. Oysa her canlının doğup büyümeye ulaştıktan sonra durduğu bir nokta vardır. Küresel iklim krizini de tüketime dayalı bu doğrusal büyüme yarattı.

Permakültürün üç temel etik ilkesi ise Yeryüzünü Koru, İnsanları Koru ve üçüncüsü de Ürettiğinin Fazlasını Paylaş’tır. Buna dördüncü bir etik ilke ekleyenler vardır ki; o da nüfusa ve tüketime sınır getirmeye dairdir. Bence sorun tüketime yönelik politikalarla insanın kendini doğanın bir parçası olarak görmekten uzaklaştırılmış olmasındadır. Kendini doğanın bir parçası olarak gören insan zaten kendi türünü de sınırsızca büyütmeyecektir. Yoksa bu ne Çin’de olduğu gibi hükümet politikasıyla, ne de başka bir zorlamayla olur. Tek çocuk politikasıyla erkek egemen toplumda kız çocuklarının kürtaj çöplüklerini boylaması, ya da diri diri gömülmesi insanlığın utancı değil midir? Bunun yanında ekolojistler arasında dahi üçüncü dünya nüfusunu yeryüzünde bir ‘ur’ olarak görenler vardır.

Bir başka örnek de Güney Doğu Asya’dan: Küresel iklim değişimi nedeniyle zamanla ülkenin %70′inin sular altında kalacağı öngörülen Bangaldeş’te son yıllarda kadınları kısırlaştırma politikası izlenmesi söz konusudur. Bu durum; yerlilerin sayıca artmasını istemeyen beyaz adamın kontrol politikasını anımsatıyor. İklim politikası olarak karbon ticaretini yürürlüğe koymak isteyen kapitalist mantık Bangaldeş’in ya da Pasifik’teki adaların sular altında kalmaya başlamasının asıl sorumlusu değil midir?

Yerli dilinde Aotearo denilen Yeni Zelanda’da İnnermost Gardens adlı sığınmacı ve yeni göçmenler için bir permakültür projesi geliştirdiğim(iz) dönemde oranın yerlilerinden öğrendiğim bir şey oldu: Doğadan bir şey almadan önce yerine ne koyacağını düşün! Demek istediğimi bu tümce çok güzel özetliyor. Permakültürle insanlara doğanın bir parçası olduğunu anımsatmaya ve doğanın her acısının bizim de acımız olduğunu anlatmaya çalışmalıyız. Asıl sorun doğaya yabancılaşmış ve onu kullanıp atılacak ya da atık depolanacak bir nesne olarak gören hiyerarşik toplumsal sistemlerdedir! Dolayısıyla permakültürü insanın doğayla bozulmuş ilişkisini ve onun etkisini gidermeye yönelik olarak düşündüğümden yerine göre ‘ekolojik restorasyon’ demeyi tercih ediyorum.

Permakültürle ekolojik tasarımlarımızda, enerji ve su kullanımından arazi kullanımına kadar her elementin birden fazla işleviolması ve her elementin ise birbiriyle entegrasyonu en önemli noktalardandır. Bir sistemin çıktısı diğer bir sistemin girdisi olmalıdır ki, atık üretilmesin.

Sınır etkisi (edge effect) dediğimizde de kullanılacak alanı azamiye çıkarılırken farklı tür ve ekosistemi çeşitlenmesini de amaçlarız. Bu durum komşuyla olan maddi iletişimi de doğrudan ilgilendirir. Örneğin, bahçemizi çit ya da duvarla soğuk bir şekilde ayırmak yerine ortaklaşmayı artıran çok yıllı yenebilir bitkilerden oluşan böğürtlen, asma, vb. dikine büyüyebilen bitkilerden bir alan yaratabiliriz. Böylece hem bütünlüğü oluşan geniş yeşil alanımız olur, hem de komşumuzla ortak paylaşımımızı artırabiliriz. Anadolu’nun bazı yerlerinde iki tarla arasını ‘an’ olarak isimlendirirler. Oralarda en ilginç otlar biter. Bu da kanıtlıyor ki sınırlarda yaratıcılık vardır. Bir başka örnek insan yerleşimlerinden verelim. Örneğin, gerek İstanbul, İzmir gibi tarihsel olarak etniklerin yaşadığı mahalleler olsun, gerekse Batı ülkelerinde, hakim kültürün dışındaki etnik toplulukların alanlarında hem farklı tatlar hem de farklı renkler hatta mimari ve bahçelerdeki değişik bitkiler göze çarpar.

Dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi ABD’nin Oregon ve Washington eyaletlerinde post-karbon kentleri yaratma yolunda bir dizi önlem alınıyor. Bunlardan biri herkesin kompost yapması ya da bahçe ve mutfağından çıkan organik atıkları belediyenin topladığı günlerde hazır etmesidir. Bunun yanında kaldırım ve kavşaklara yenebilir bitkilerden bahçeler oluşturmak ve bahçede yetiştirilen sebze ve meyvelerin fazlasını satmak ya da değiştirmek ve hatta kentte 2 keçi, 4 tavuk ve arı kovanı bulundurmak yasallaşmıştır. Bu yolla hem yiyecek güvenliği sağlanırken hem de karbon ayak izinin yerelliğe odaklanılarak azaltılması amaçlanmaktadır.

Mıntıka ve Sektör (Dilim) analizi
Tasarımlarımızda göz önüne alacağımız başka önemli bir nokta ise zon (mıntıka) ve sektör (dilim) analizidir. Zonları işlevsel kriterlere göre tasarlayabilmemize rağmen sektörleri ekolojik olarak bir arada uyum içinde yaşayacak şekilde düzenleme yaparız. Çünkü sektörler arazi ya da proje ile gelen özelliklerdir. Bizim insiyatif alanımız dışındadır. Onları değiştiremeyiz ancak gözleyip veri toplayarak tasarımımızı ona göre yapabiliriz. Örneğin, bir hastane tasarlarken pasif ve aktif enerji kullanımına dikkat etmek için ğüneşin mevsimlere göre proje alanını nasıl selamladığı, hakim rüzgarların nereden estiği, eğer kaçınılmazsa yakınında olan fabrika bacasından gelebilecek kirliliğe karşı nasıl önlem alabileceğimizi dikkate almalıyız.

Zonlara gelince; arazimizin büyüklüğünü mümkünse beş bölgeye ayılarak en sık kullandığımız alandan en seyrek kullanacağımız alana kadar ve her bölgeye gereksinime göre işlev, hatta birkaç işlev yükleyebiliriz. Böylelikle şifalı otlar bahçesi (örneğin) hastane mutfağının en yakınında (Zon 1’de) yer alırken, yaban hayatına yer ayırdığımız vahşi yaşam koridoru ise hastanenin en uzağındaki (Zon 5’de) yer almalıdır. Böylece hastalar o kimsenin rahatsız etmeyeceği yerde meditasyon yapabilsinler. Ara yerdeki 3. Zonda tavukların ya da kazların meyva ağaçları altında gezinmeleri hatta keçilerin ziyaretçi çocuklarıyla iletişim kudrukları bir alan olabilir. Böylece tavuklar/kazlar serbestçe gezindikleri yerleri doğal olarak gübrelerken topraktaki salyangoz vb. ‘zararlıları’ yem olarak kullanacaktır. Doğayla bütünleşmiş yaşam emek yoğun olmakla birlikte eğer başından itibaren akılcı bir sistem tasarlarsak sonraki yapılacak işi aza indirgemiş oluruz.

Gelecek öngörülerinde permakültür
Endüstriyel yaşamda herşeyin en üst noktaya geldiği dikkate alınırsa enerji yoğun olmayan yaşam kurmamamız gerektiği kaçınılmazdır. Enerji kullanımı açısından önümüzdeki yüzyıl ve ötesi için baktığımızda dört senaryo göze çarpar (5). Bunlardan birincisi yukarıda bahsettiğimiz kapitalizmin devasa enerji kaynakları yaratarak sürekli büyümeye devam etmesidir. Bu durumda öteki gezegenlerde yeni istila alanları aramamız gerekiryor. İkinci senaryo ise teknolojik stabiliteye dayanıyor. Eğer nüfus artışını durdurursak kaynak tüketimi de kendiliğinden azalacaktır. Bu senaryoya göre kimin ne kadar tükettiği dikkate alınmamış oluyor. Sanki bir Amerikalı ile Bangladeşli ya da bir Anadolu köylüsü ile Sabancı’nın yarattığı karbon ayak izi eşitmiş gibi…Üçüncü senaryo ise enerji kullanımını azaltmaya ve toplumu endüstri öncesi yaşam koşullarına çekmeye yöneliktir. Aynı zamanda gerek ekonomik gerekse ekolojik krizlerle nüfusun bir kısmının kendiliğinden zaten yok olacağı varsayılır. Küçük ekoköy dizilerinden oluşan binlerce nüfuslu bir topluluk eger tepeden inme yönetiliyorsa ve kendileri yönetime katılamıyorsa onlar adına başkaları karar verirken demokrasi ne kadar işleyecektir? Dördüncü senaryo ise çöküştür. Bir başka deyişle gelinen noktada uyğarlığın zaten çökmeye başladığıdır… Bu durumda vahşi yaşama dönmekten başka çare yoktur.

Permakültür ise bize yalnızca çöküşle var oluş arasında ümit vadetmekle kalmaz. Aynı zamanda yaratıcı yöntemlerle toplumu yeniden şekillendirmeyi ve evrimine yardımcı olmayı amaçlar. Bunu yaparken de merkezi olmayan insani boyutta yeşil teknonolojiler önerir. Kısacası teknik stabilite ile yeşil teknolojiler arasında yaratıcılığın kullanıldığı bir alanı temsil eder. Sürdürülebilir yaşam tasarımları için eğer kendi kendini yöneten ve besleyen sosyal ve maddi sistemler kurarsak bunu sağlamak mümkündür.

Toplumsal permakültürle küresel iklim değişiminin yaralarını nasıl sarabiliriz?
Bugün geldiğimiz noktada yaşamın her alanında ekolojik restorasyon gereklidir. Öyleyse öncelikle insanın doğayla bozulmuş ilişkisini onarmaya odaklanmalıyız. Bir Toplumsal Ekolojist olarak toplumsal odaklı bir permakültürü benimsiyorum. Seller yükselirken bir adaya ya da dağ başına çekilip kuracağımız ‘permakültür cenneti’nde huzur bulmamız mümkün olmadığına göre…
Permakültürün kökü eskiye dayanmakla birlikte insanlığın bugüne kadarki pratik bilgi ve deneyim birikimi de önemlidir. Permakültürde uygun teknolojiler olarak tanımladığımız merkezileşmiş olmayan teknolojilerle kendimize yeten ve komşu köy ve kasaba ya da kentle dayanışan yaşamlar oluşturabiliriz. Bu noktada kuracağımız sistemin boyutu önemli olmakla birlikte nasıl yönetildiği daha da önem taşımaktadır. Örneğin, yenilenebilir enerji olarak yöreye uygunsa rüzgar tribününe evet. Ama eğer bir kasabanın tüm enerjisi tek bir rüzgar enerjisi firması tarafından kontrol altına alınmışsa bu da merkezileşme demektir. Ayrıca tasarımımıza göre bir sistemin çökmesi durumunda öteki sistem devreye girmelidir ki; bu şekilde sistemimiz dirençli olsun. Bu da permakültürün tek bir kaynağa bağlı kalmaksızın çeşitlilikten direnç doğar ilkesidir.

Araştırmalara göre endüstriyel hayvancılık ve tarımın iklim değişimindeki payı en az beşte birdir. Türkiye’nin de gittikçe artan erozyon ve kuraklıkla yüzyüze olduğu hesaba katılırsa hem var olan uygulamaları değiştirmeyi hem de her damla suyun koruması ve yeniden kullanıma geçirilmesi gerekir. Bu uygulamalar yağmur suyu hasadından, suyun yeraltında ve yer üstünde tutulması ve gri su dediğimiz mutfak ve banyo sularının yeniden kullanılmasını içerir. Buna ek olarak; kent yaşamında su kullanım oranının tuvaletlerde %26 civarında olduğu dikkate alınırsa, bir apartman dairesinde dahi kullanabileceğimiz ve hiç kokusu olmayan kompost tuvaletleri düşünmeye başlamanın zamanıdır sanıyorum.

Bugün küresel iklim krizinin toplumsal, sosyal ve ekonomik boyutlara kadar yaşamımızın her alanını etkilediği açıktır. Oysa kapitalist sistem doğadaki her şeye kaynak olarak baktığı sürece artan kuraklıkta ne dereleri ne de yerin altını rahat bırakacaktır. Türkiye’de derereler ve nehirler üzerine kurulacak iki bini geçen küçük hidro elektrik santral (HES ler) ve yüzlerce maden ruhsatı gelecegimizin su kriziyle karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Elbette bunlara karşı duruşu sürdürmeliyiz. Permakültür uygulamalarıyla da bireysel olarak sürdürülebilir bir yaşam tasarlamanın ötesinde toplumsal değişimi amaçlarsak gerçek anlamda farklılık yaratmaya katkıda bulunabiliriz. Yoksa kapitalizm de yeşil teknolojiler kendini yeşillendirme çabasında…

Permakültür projelerinde ölçek önemli değildir. Bir dönümlük arazimizi planlayabileceğimiz gibi onlarca dönümlük ekoçiftlik veya ekoköy tasarlayabiliriz. 21. Yüzyılın başında Çin hükümeti permakültürcülere geleceğin eko kentlerini planlatmaya başladı. Günümüzün bir başka örneği de Afrika’dan: Zimbabve dahil bir dizi Afrika ülkesi kent ve kırdaki tarımı Afrikayı Planla (PlanAfrica ) kuruluşu altında permakültürcülere yaptırıyor ve bu ülke politikası haline gelmiş durumda. Türkiye’de belediyeler düzeyinde hareket edip çok geçmeden permakültür ve doğal tarım uygulamalarıyla kendine yeterliliğine adım atılmasını sağlamaya çalışmalıyız.

Yazının başlangıcında söz ettiğimiz David Suzuki’nin deyimi doğrudur. Permakültürcüler söz üretmekten ziyade iş üretmeye başka bir deyişle mümkün olanı göstermeye çalışırlar. Permakültür köktenci bir yaşam değişimi önerdiği için evrimci olduğu kadar devrimcidir. Hiçbir şey kendi başına var olmadığı gibi permakültür de ne eczacıdan alınıp sürülecek mucizevi bir merhem ne de spiritüel pratiklerle bir an kendimizi rahatlatacağımız ama sonra tekrar gerçekle yüzyüze geldiğimizde bunalıma gireceğimiz bir yöntemdir. Herkesin permakültürü kendine deyip en azından benimki tüm sistemi sorgulamaya yöneliktir. Elbette bu da birçok başka şeyden öğrenmeyi gerektiriyor. En önemlisi de neredeyse 15 yıllık permakültür tanışıklığı ve uygulamalarım bana permakültürün köklerinin Anadolu’daki bilge köylü yaşamında, Afrika’daki kadının anahtar deliği bahçesinde, Hindistan’daki çiftçinin biyodinamik tarımında ve Maorilerin toplumsal seramonilerinde olduğunu gösteriyor. O bilgelikleri bugünün gerçekliğiyle sentezleyebilirsek karbondioksit emisyonlarımızı 350ppm‘in dahi gerisine çekme kültürü geliştirebileceğimize inanıyorum.

Yazı Üç Ekoloji Dergisi için yazıldı

Kaynaklar:
1. Bill Mollison, Permaculture : A Designer’s Manual /Bir Tasarımcının El Kitabı.
2. Larry Korn, Fukuoka’nın kitabı ‘One Straw Revolution’ın (Ekin Sapı Devrimi, Kaos Yayınları) editörü .

Web sayfası: http://www.larrykorn.net
3. http://cityrepair.org/ Ekolojik mimar Mark Lakeman kurucularından.
4. Michael Doliner, Oil and War. http://www.swans.com/library/art13/mdolin21.html.
5.Gelecek Senaryoları- http://www.futurescenarios.org/content/view/16/31/ 

 

(*) Emet Değirmenci Türkiye ve ABD’de permakültür eğitimi, tasarımı ve danışmanlığı yapmaktadır. Daha fazla bilgi için http://www.koruora.com

Emet Degirmenci

 1980 sonrası dünyada esen neo-liberalizm rüzgârı Turgut Özal’ın özelleştirme politikalarıyla Türkiye’nin tarımının da canına okumaya başladı. O tarihe kadar özellikle hububat üretiminde Türkiye dünyada kendine yeten birkaç ülkeden biriydi. Askeri rejimle demokratik hakların da ortadan kalktığı sonraki yıllarda ülkenin içine düştüğü ekonomik çıkmazlarla IMF uyum paketleri Trakya dahil ülke tarımını hızla (bilinçli olarak) küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye başladı. Bu da kendine özgü yeterliliği olan geleneksel aile tarımını yok etmekti.

Bir tarım uzmanı değilim. Uzun yıllardır ekoloji hareketine yalnızca Türkiye değil (son 13 yıldır yaşadığım değişik ülkelerde de katkı vererek) olup bitenler hakkında küresel bir profil görmeye çalışıyorum. Mühendis altyapısina sahip olmama yanı sıra son yıllarda (uzun süredir toplumsal projelerde kazandığım deneyimlere dayanarak) ekolojik restorasyon ve permakültürü (sürdürülebilir yaşam tasarımı) meslek edindim. Bu yazıda Trakya’nın tarımını küresel sermayenin etkisinde nereye gidebileceğini tartışacağım.

Avrupa Birliği’ne Uyum ve Küresel Sermaye:

Kapitalizmin ‘büyü ya da öl’ işleyişi 20. yüzyılda daha da içselleşti ve derinleşti. Daha önce geleneksel aile tarımıyla kendine yeten çiftçiler artık İngilizce’de adı ‘agribusiness’ olarak bilinen tarım işletmeleri haline gelmek ya da ortadan kalkmak durumundadır. Bir başka deyişle; artık çiftçi büyük alanlarda yığınsal ürün üretmelidir. Böylece büyük alanlarda aynı türden plantasyon yapılacak monokültürel tarım dayatılacaktı. Bu tür bir aktivite için de devasa çiftliklere gerek duyulacaktır. Buğünden belirtileri göründüğü gibi artık çiftçiler bir işletmeci olarak yanlarında ücretli elemanlar çalıştıracak, paketlemeyi ve ürün standardını (organik dahi olsa) endüstriyel pazarın belirlediği şekilde yapmak zorundadır. Ancak bu tür bir işletmecilik küçük parçalı topraklarda olmayacağından ve de tarım kredilerinin faizleriyle küçük çiftçinin yaşaması mümkün olamadığından bir dizi geleneksel aile tarımcılığı zaman içinde hızla yok olmaktadır. Çiftçi Sendikaları Başkanı Abdullah Aysu 2009 yılı itibariyle bu sayıyı ‘her 50 saniyede bir çiftçi iflas ediyor’ şeklinde dile getiriyor. (1) 2010 yılında Trakya ya yaptığım ziyaret sırasında duyduğum gibi topraklarını büyümekte olan (Avrupalı ya da yerli)büyüklere’ satmak zorunda bırakılan çiftçiler ise büyük kentlerde iş ve aş arama peşine düşüyorlar. Bazıları turistik yerlerde garson, şoför ya da temizlikçi gibi düşük nitelikli sayılan mevsimlik işlerde çalışırken bazıları da sattıkları tarlanın parasıyla köşe başı bakkalı açıp modern kent yaşamına ayak uydurmaya çalışıyor. Hatta elindeki sıırlı sermayesiyle köyün zorlularından kurtulup pembe hayaller kurabiliyor. Öyle ya… hatta çocuklarını da okutur kendi çektiği zorluklardan onları sakınmış olabilirdi. Bu yarı umutvar kent yaşamının cazibesiyle çiftçiliği sonlandırma süreci Trakya’da hala devam ediyor ki; burada gençleri tarlada çalıştırmak zordur deyimini sıkça duymaktayız.

Bunun yanında TEKEL, Et-Balık, SEK’e kadar bütün kuruluşların ortadan kaldırıldığını da eklemek gerekir. Küçük çiftçinin ürününü alan bir zamanların Trakya Birlik’i artık ayçiçeği yerine kanola bitkisi üretmeyi teşvik etmektedir. Oysa kanola yağı besin değeri olarak Batı ülkelerinde yüzüne en son bakılan yağdır.

Bir de yıllardır giremediğimiz şu Avrupa Birliği var…ve daha on yıldan önce girebileceğimizi sanmadığım Avrupa sevdası kendine yeterliliğimizi silip süpürme yolunda iken… Oysa Yunan ekolojistleriyle yaptığımız bir diiz çalışmada kendileri girdiklerine bin pişman olduğunu belirtir hep. Çünkü Avrupa Birliğinin istediği yönde üretim yapmak zorunda bırakılmaktan ve bu nedenle biyolojik çeşitliliğin azaldığından yakınılıyor. Hatta bazen eğer Avrupa’ya fazlaysa tonlarca ürünün tarlada bırakılmak zorunda olduğundan dem vuruyorlar. Bunun yanında yerel halkın gereksinim duyduğu o topraklarda yetişebilen gıdalar ise dışardan alınmak zorundadır. Bu durum şu anki Türkiye ye de yabancı değil diyebilirsiniz. Ama Avrupa Birliği parçası olunca da durum daha da vahim olabilir.

Monokültüre dayalı üretim Genetiği Oeğiştirilmiş Organizmaları (GDO) da beraberinde getiriyor. Örneğin Trakya’da üretilen kanola bitkisi bugün değilse bile yarın GDO’lu olabilir. Çünkü Türkiye’de de GDO’lar 2010 yılı itibariyle resmen serbest bırakıldı. Böylece komşu tarlada hala sağlıklı yiyecek yetiştirme şansı dahi tanımıyor. Çünkü araştırmacılar tarafından genetiği değiştirilmiş organizmaların polenleri 15 km kadar geniş bir alanı rüzgârla etkileyebilir deniliyor. Bunun yanı sıra GDO’lu tohum firmaları pazara yayılmak için cazip olanaklar yaratıyor. Örneğin zaten tohum alma zorluğu içinde olan çiftçi için haşere ve yabani ot öldürücülerle birlikte paket halinde tohum almak daha ekonomik görünüyor. Üstelik çıkacak tohumun terminatör tohum dediğimiz kısırlaştırılmış tohum olduğunu bilmeden. Böylece çiftçinin en doğal hakkı olan gelecek yılın tohumunu dahi kendi tarlasından alması önleniyor. Kısacası kendisine % 100 bağımlı çiftçiler oluşturuyor.

Trakya’da olup bitenler elbette dünyadan bağımsız değildir. Tarımın şirketleşmesi bizim gibi ülkeleri daha kısa sürede ve daha derinden sarsarken örneğin, Avrupa’da birazdaha entervali geniş 2 dakikada bir çiftçinin iflas ettiği Aysu’nun yukarıda belirttiğimiz yazısında açıklanıyor. Monsanto ve Cargil gibi dünya tohum tekelleri ise Türkiyede de görüldüğü üzre küresel ölçekte yayılmaya devam ediyor.

Küresel sermaye tarım işletmeciliğini elbette yalnız toprak birleşimiyle yapmıyor. Aynı zamanda Türkiye tarımını da havzalara ayırmaktadır. Bunu yaparken yörenin ekolojik bütünlüğüne ve yerel gereksinimlere bakmaksızın… Oysa Hintli bilim kadını, yazar ve aktivist Vandan Shiva önce ailenizin, sonra oturduğunuz yerdeki pazarın, eğer hala fazlanız kaldıysa bölge pazarının gereksinimini doyurun der. Uluslararası pazara gelince tüm bunlardan arta kalan gitmelidir diye de ekler. Shiva yazılarında ve konuşmalarında küresel kapitalizmin ‘Büyü ya da Öl’ politikasının Hindistan’da çok açık bir şekilde görüldüğünü sıkça dile getirir. Bu politikadan ötürü kredi borcunu ödeyemeyen ve kendine bir gelecek göremeyen çiftçilerin doksanlı yıllarda kitlesel halde intihar etmelerine tanık olan Shiva, bunun sonucu olarak NAVDANYA diye adlandırdıkları tohum koruma kuruluşunu halka dayanarak kurar. Böylece 200’den 20’ye düşmüş olan pirinç vb. bitki tohumunu koruyarak geleceği kendi ellerine almaya çalışmanın gğcğ ve onuru paylaşılır.

Bir de Trakya’daki Ergene Havzası‘na değinecek olursak yatırım ve diğer endüstride kullanılan kimyasallar sonucu Ergene Nehri’nin siyah ve köpüklü akmasının yanında Ergene havzasında oranın ekolojisine ve yerel halkın gereksinimlerine yönelik bir tarımın beli kırılmıştır. Çünkü sürekli revizyondan geçirilen havza modeli 2004 yılında yürürlüğe giren 1/100.000 ölçekli “Ergene Havzası Çevre Düzeni Planı”nı da 2020 yılına yönelik TAB (Tarımsal Alt Bölge) ve TOB (Tarımsal Organize Bölge)larla “geleceğin tarımını şekillendiriyoruz” adı altında sürdürülebilir havza yönetiminden uzaklaştırılmak istenmektedir. Böylece küresel sermayenin güdümüne daha kolay sokulabilecektir.

TAB ve TOB’ lara karşı mücadele:

2009 yılında öne sürülen Trakya’nın toprak yapısına bağlı olarak 19 adet TAB, 12 adet de TOB kurulması hedeflenmektedir. Alt bölge planlaması olarak konu edilen TAB ve TOB projelerinin ne olduğu ve hangi amaca hizmet edeceği ise açık değildir. Trakyalı avukat Bülent Kaçar kaygılarını şöyle dile getiriyor:
Ergene nehrinde ve havzasında davalı idarece etkin idari tedbirlerle önlenmeyen kirliliğin, yeraltı ve yerüstü sularını da kirlettiği gerçeğini dikkate aldığımızda, revizyon plan olduğunu iddia eden “YENİ PLAN”ın kirliliğin önlenmesini hedeflemediği, aksine havzayı ve sularımızı kirletici yeni yüklerin bölgeye taşınmasına, yerleşmesine olanaklar sağladığı görülmektedir… Çünkü revizyon planında, sürdürülebilir yaşam ve bilimsellik esas alınmamıştır (2).

Kaçak sanayi yapılarına af getirerek meraların dahi zamanla kamusal alan statüsünden çıkarılıp özelleştirmeye açabilecek bu gidişata dur demek gerekir. Kaçar aynı yazısında 2004 Bütünleşik Sürdürülebilir Havza Yönetimi Statik değil dinamiktir diyor.

2009 da ABD’nin Washington eyaletinde küreselleşmeye karşı tarım içerikli katıldığım çalıştayda geleceğin sağlıklı tarım modeline ilişkin geçmişten bir dizi ders çıkarılıyor. Geleneksel aile tarımının geçmişte Amerikan nüfusunun %70 ini beslediği anımsatılıyor. Sağlıklı bir gelecek açısından tekrar o yöne doğru bir dönüş olması gerektiği üzerinde duruluyor ve halkın hükümete bu konuda büyük bir baskısı var. Bunu da 1970’ lerde başlattıkları Topluma Dayalı Tarım (Community Supported Agricultrure) yoluyla daha geniş ölçekte uygulamak istiyorlar. 20 yılı aşkın bir çabanın ürünü olan Toplum Destekli Tarım (TDT)’da bugün ülke genelinde yaklaşık 600 ekolojik aile tarımını koruyor. Böylece kentte yaşayan ve yiyecek yetiştirecek zamanı olmayan kişiler kırsal kesimdeki geleneksel tarım emekçisinin ürününü (üyelik sistemiyle) sürekli alacağını taahhüt etmiş oluyor. Bu şekilde kentli hem sağlıklı ürün tüketmiş oluyor, hem de yediği ürünün nereden geldiğini ve hangi koşullarda yetiştirildiğini biliyor. Hatta karşılıklı birbirini destekleyen bu bağ vasıtasıyla ekim ve hasat zamanlarında çiftçisinin düzenlediği festivallere katılarak konserve yapmaktan tohum korumaya kadar yeni beceriler kazanma olanağına sahip olup üreticisiyle yüzyüze bağlantı kurmuş oluyor. Buna benzer yerel üretim ve tüketim zinciri oluşturan sistem Avrupa’da ve Asya Pasifiğin birçok ülkesinde de yaygınlaşarak uygulanmaktadır. Örneğin Yeni Zelanda’daki TDT zincirine Wellington bölgesi odaklı iki yıl destek verdim ve sonuçta yeni bir diriliş yaşandığını görmek beni mutlu etti. Böylesi bir yapının insanlara ve doğal çeşitliliğe neler kattığını sonsuz. Aslında bize köy enstitülerini anımsatan kentle köyün bağlantısını sağlayacak biylesi bir modelin Türkiye de çok yakışacağını düşünüyorum. Trakya’da ve Türkiye’nin diğer bölgelerinde de buna benzer ekolojik üretici – tüketici zinciri kurulabilir. Yoksa ne AB’ye girmek ne de dünya pazarına açılmak için tarım işletmeleri kurup tarımı modernleştirmek biiz kurtarmıyacağı gibi daha da kütüye sirikleyecektir.

Neler Yapılabilir?

Çok geçmeden elimizde kalanları tutmak ve geliştirmek açısından diğer bir örnek de Latin Amerika’dan vereyim. Yukarda belirttiüim Washinton çalısmamızda 500 yıllık tarım örgütü La Via Campesina dan da çiftçi liderleri vardı. Via Campesinalı çiftçileri yüzyüze tanıdıktan Yiyecek Özgürlüğü Hareketine daha fazla zaman ayırmaya başladım. 2004 yılında İtalya’nın Roma kentinde yapılan Birleşmiş Milletler Yiyecek Güvenliği Zirvesi’ nde umutvar bir çıkış göremeyen Vıa Campesina çiftçileri yerel ölçekte ve ülke bazında örgütlenme modeli önerdi. O günden bu yana dünyanın 160’dan fazla ülkesde örgütlenerek yiyecek üretiminde kadın-erkek eşitliğinden tarım işçilerinin etik ve insani koşullarda çalışmasına ve her ülkenin yiyeceği hakkında kendi politikasını oluşturması yolunda önemli adımlar atıyor. Kısacası Via Campesina tüm yiyecek üretiminin bir sistem olarak tümden demokratikleştirilmesi üzerinde duruyor. Trakyalı çiftçi bugün ürün bazında yapılanmakta olan tarım sendikaları ve genel olarak Türkiye Çiftçi Sendikaları şemsiyesi altında güç birliği yapabilir. Yoksa kente göç eden Trakyalı çiftçiye çok geçmeden kent yaşamı dar gelecektir. Çünkü yazın gidip kuru bakliyatını getireceği köy arazisi de zamanla ortadan kalkacaktır. Hatta ilerde köyüne dönüp sattığı tarlanın patronunun tarım işletmesinde asgari ücretle çalışmak zorunda kalabileecektir.

Gelişmiş ülkelerde tarım üzerine yapılan konferanslarda geleceğin en önemli mesleği sağlıklı yiyeceğin nasıl yetiştirildiğini bilen insan olaak tanımlanıyor. O halde bugün olup bitene karşı uyanık olmak ve TAB ve TOB’ lara karşı durmak gerekir. Türkiye’nin hala ağır metallerle kirlenmemiş topraklarında Avrupa ülkeleri binlerce dönüm arazi alarak organik tarım işletmeleri kurma yolunda ilerliyor. Biz gelecekte niye onların mevsimlik işçisi olalım? Anadolu’da hala kolektif ruh kaybolmadığına göre kendi aramızda kuracağımız kooperatifler yoluyla geleceğimizi planlayabiliriz. Üstelik yapılacak (yalnızca asık yüzlü kamu görevlilerinden oluşan değil halkın coşkusuyla yapılacak) yerel tarım festivalleri ve tohum değiş tokuşuyla şenlikli toplumu yeniden yaratabiliriz.

Permakültürle bugün dünyanın birçok ülkesinde bolluk yaratan yaşamlar kurulmaya çalışılıyor. Bir başka deyişle bunun adına bizim yabancısı olmadığımız bilge köylü tarımı ve de yaşam biçimi demek daha doğru belki de…. Aslında permakültürün kökleri Anadolu’da olduğu kadar diğer yerli halkların da yaşam biçimini yansıtıyor. Öyleyse birbirimizden öğrenerek tarıma ve yaşamımıza çeşitlilik katabiliriz. Örneğin Azteklerin teras tarımından Babil’in asma bahçelerine kadar öğreneceğimiz zevkli şeyler var. Üstelik permakültür yaşamı, tarımın ötesinde enerjiden su korunumuna ve toplumu yeniden tasarlamaya kadar uzanan bütünlükçü bir yaşam için beceri seti öneriyor. Bugün Afrika bile Plan Afrika programı kapsamında hükümet politikalarına böylesi bir yaşam tasarımını almış durumdadır.

Öteki önemli bir nokta da evladiyelik tohumun korunmasıdır. Hindistandaki gibi köy ve mahalle bazında tohum bankaları kurup tohum değiş-tokuşuyla geleceğimize sahip çıkmalıyız. Amerika devlet başkanlarından biri eğer silaha sahip olursan bir ülkenin toprağına ama yiyeceğini kontrol altında tutabilirsen yurttaşlarına da sahip olabilirsin demiş. Ben bunu günümüze uyarlayarak tohuma sahip olmanın geleceğe sahip çıkmak olacağını düşünüyorum. Çünkü tohumu olmayan nüfus aç kalır!

Dipnotlar:
1. Abdullak Aysu http://www.karasaban.net/her-50-saniyede-bir-ciftci-iflas-ediyor-2/
2.Trakya Planlanıyor (!) – Bülent Kaçar 12 Temmuz 2010 – http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=31548
*. Emet Değirmenci ekoloji aktivisti ve permakültür uzmanıdır. Amerika ve Türkiye’de ekoljik restorasyon/permakültür danışmanlığı, tasarımı ve eğitmenlik yapmaktadır: http://www.koruora.com
http://www.kuyerel.com/modules/AMS/article.php?storyid=5232

Facebook grubu:  http://www.facebook.com/pages/Kendine-Yeterli-Toplum-BilgiBeceriDeneyimKaynak-Paylasim-Agi/335518878636?ref=ts

 Kişisel ve Toplumsal Düzeyde Sürdürülebilir Bir Yaşam İçin

Doğayla Uyumlu Yaşam Tasarımı

Ekolojik kriz; yaşadığımız ve günden güne etkisini artıran küresel iklim değişimi nedeniyle derinleşmektedir. Günümüzde doğadan koparak kendimize ve topluma yabancılaşma daha görünür hale gelmiştir. Kentleşme, sanayileşme ve merkezi teknolojiler vasıtasıyla tüketim – üretim çılgınlığı yaşadığımız ekolojik ve toplumsal sorunları büyütmektedir. Gelinen nokta ise, bireysel ve toplumsal anlamda değişmeyi ve yaşamımızı yeniden tasarlamayı gerektirmektedir. İnanıyoruz ki permakültür etiği, felsefesi ve ilkeleri ile, bu değişime ikna olmamıza ve onu başarmamıza en etkin bir şekilde yardımcı olacaktır.

Bu kurs sırasında kazanacağınız bilgi ve beceriler aracılığıyla, uygun teknolojilerin insan ölçeğinde üretilmesi ve kullanılmasıyla, yaşamın karmaşıklıktan öte basit ve zevkli  olabileceğini göreceksiniz. Ayrıca gittikçe artan ekolojik, ekonomik ve sosyal zorluklarla nasıl başa çıkabileceğimizin ipuçlarını bulabileceğiz. Doğadan öğrenerek yaşamınızı zenginleştirmeyi ve daha ahenkli kılmamızı sağlayacağız.

Sizleri senlikli bir sekilde agirlayacagimizdan kuskunuz olmasin. Sadece kurs ekibimiz degil, Ocaklar halki, ekoloji restorasyonu/permakultur kursu icin sizi bekliyor olacak. Dokuz gun surecek kapsamli kursumuzda egitmenlerimiz Silili Agustin Sapulveda ve Emet Degirmenci ile daha cok uygulama sansimiz olacak. Kursa ayrıca, Abdullah Aysu,Metin Yegin, Vehbi Ersöz, Kadir Dadan ve konuya ilişkin emek veren değerli dostlarımız konuk konuşmacı olarak katılacaklar. 

Kursumuz, egitmenlerimizin programlari ve yerel destegin uygunlugu gozetilerek, 14-22 Agustos tarihlerinde gerceklesitirilecek. Bu tarihlerin Ramazan ayina rast gelmesi nedeniyle, dileyen katilimcilarin iftar/sahur gereksinimlerine de yanit verilecek.

Sizleri fikrimizi, emegimizi ve ekmegimizi paylasmak uzere, ekolojik restorasyon/permakultur kursu icin Ocaklar’a bekliyoruz.

Permakültür ne demektir?

l    Permakültür toprak/arazi düzenlemede ekolojik prensipleri ve doğanın dokusunu örnek alan bütünsel bir yaklaşımdır.

l    Permakültür, insan gereksinimleri için araziyle insanları uyumlu bir şekilde entegre edip dayanıklılık ve direnç sağlamayı amaçlar.

l    Permakültür de bitkiler, hayvanlar, su, hava ve besin zincirinden oluşan ekoloji süreçlerinde yiyecek,  enerji, sığınak ve altyapı için kullanılan teknolojilerle insan gereksinimleri uyum içindedir.

l    Bir permakültür sistemi içindeki her element birbiriyle, birinin çıktısı diğerinin girdisi olacak şekilde ilişki halinde olmalıdır.

l    Bir permakültür sisteminde yapılacak iş en aza indirgenir. Atıklar kaynak haline getirilir.

Böylece üretimde zenginlik ve aynı zamanda doğanın yeniden restore edilmesi sağlanır.

Bill Mollison Bir Tasarımcı Elkitabı adlı eserinde permakültürü şöyle tanımlar: Permakültür, doğal ekosistemlerin çeşitliliğine, istikrarına ve esnekliğine sahip olan tarımsal olarak üretken ekosistemlerin bilinçli tasarımı ve bakımlarının sağlanmasıdır. Üzerinde yaşayan insanlar ile arazinin, insanların gıda, enerji, barınak ve diğer maddi ve manevi ihtiyaçlarını sürdürülebilir bir şekilde karşılayan ahenkli bütünleşmeleridir. Sürdürülebilen tarım olmaksızın istikrarlı bir sosyal düzen mümkün değildir.

Permakültür tasarımı, kavramsal, maddi ve stratejik bileşenleri hayatın bütün formlarının yararına çalışan bir model içinde bir araya getiren bir sistemdir. Permakültürün arkasındaki, doğaya aykırı olmaktan ziyade onunla birlikte çalışma, uzun süreli düşüncesizce hareket etmekten ziyade uzun süreli özenli gözlem yapma, sistemlerin sadece bir ürününün peşinde koşmaktan ziyade onlara bütün işlevleriyle bakma ve sistemlerin kendi evrimlerinin gerçekleşmesine izin verme felsefesidir.

Yukarıda aktarılmış olan felsefesiyle birlikte etik ilkeleri de permakültürün olmazsa olmazlarındandır. Bill Mollison permakültürün etik ilkelerini şöyle sıralamaktadır:

Yeryüzüne Özen Gösterme; bütün yaşam sistemlerinin, canlı cansız bütün varlıkların devamı ve çoğalması için gerekli koşulları sağlama.

İnsanlara Özen Gösterme; insanların gıda, barınak, eğitim, tatmin edici iş ve keyifli insan ilişkilerine sahip olarak sağlıklı bir şekilde var olmaları için gerekli kaynaklara ulaşmalarını sağlama.

Nüfus ve Tüketime Sınır Getirme; kendi ihtiyaçlarımızı kontrol altına alarak yukarıdaki ilkeleri desteklemek için kaynak ayırabiliriz. Zaman, para veya enerji cinsinden olabilecek bu kaynakları birinci ve ikinci ilkelerin gerçekleştirilmesinde kullanabiliriz (http://marmaric.org/).

Bu kursun diğerlerinden farkı ve amacı nedir?

Bu kursla, yerel bilgelik ve becerilere açık, çok kültürlü, etik ve bütünsel bir yaklaşımla katılımcılara sürdürülebilir kendine yeterli birey ve toplum yaratmada gerekli potansiyeli ortaya çıkarmayı ve  bol pratikle olabildiğince örnekleri göstermeyi amaçlıyoruz.

l    Eğiticiler kendi alanlarında dünyanın değişik yerlerinde deneyimlidir.

l    Permakültür ilkeleriyle şekillenen ve eğitimini veren Latin Amerika Şili den Rüzgarda Uçan Köy ile ve Latin Amerikanın başka yerlerindeki ekolojik topluluklarıyla canlı  interaktif bağlantı sağlanıp sorularınızı sorabileceksiniz.

l    Kurs programı dünyanın değişik iklim ve coğrafyasındaki örneklerle oldukça zengin bir içerikte hazırlanmıştır.

l    Kurs sırasında teoriden çok bol pratikle doğadan ve birbirimizden öğrenmeyi ve bolca deneyim, bilgi ve beceri paylaşmayı hedefliyoruz.

l    Konuk konuşmacılar Türkiye’de yıllardır kendi alanlarında yetkinlik kazanmış hatta bu işin öncülüğünü yapan kişilerdir.

l    Kurs ekibi benzeri düzeyde birçok organizasyon yapmıştır.

l    Yöre ve eğitimin yapılacağı alan, yerel insanla iletişim kurup onların permakültür eğitimiyle kendilerini güçlendirecek şekilde seçilmiştir.

l    Kurs sırasında tüketeceğimiz ve üreteceklerimiz mümkün olduğunca bir yandan karbon ayak izimizi azaltmaya yönelik seçilirken diğer yandan  tüm etkinliklerimiz yerel geleneksel ekolojik yaşam bilgeliğinden öğrenmeyi dikkate alarak hazırlanacaktır.

 Kurs sonunda ne kazanacağım?

Erdek Permakültür Kursu 72 saat sertifika düzeyinde olmakla birlikte asıl amacımız farklı düzeyde kişilerin birbiriyle permakültür, geleneksel organik tarım ve doğayla uyumlu yaşam hakkında temel bilgileri ve becerileri kazanmaya yönelik ilk adımdır.  İleriki yıllarda spesifik konularda ekolojik restorasyon ve permakültür sertifika kursları sunulacaktır. Bu kurs sonu herkese sertifika değil katılım belgesi verilecektir.

Kurs dili TÜRKÇE olup eğitmenlerimiz İngilizce eğitim vermekte deneyimlidir. İngilizce bölümler eşzamanlı olarak Türkçeye çevrilecektir.

Kursa katılım koşulları, ücret, konaklama, yemek ve kayıt:

Kapsamlı olarak hazırlamış olduğumuz kursumuzun ekonomik olarak  da olabildiğince erişilebilir olmasını hedefliyoruz. Bu amaçla gelen önerileriniz doğrultusunda, ilk duyuruda ilan edilen kurs ücretlerini gözden geçirerek, ücretsiz konaklama gibi olanakların yanı sıra, konaklama indirimlerini içerecek şekilde katılım koşullarını yeniden düzenledik.

Burslular ve kurs ekibi hariç kursiyer katılımcı sayısı 30 kişi ile sınırlıdır.

Aşağıdaki seçeneklerden ekonomik durumunuza uygun olanını tercih edebilirsiniz. Ayrıca grup halinde(en az üç kursiyer) katılacaklara kurs ücretinden kişi başına 50 TL indirim yapılacaktır.

Kurs ücretleri 9 günlük kurs süresi için geçerli olup, 13 Ağustos Akşamı konaklaması ile başlayıp, 21 Ağustos Akşamı konaklaması ile son bulacaktır. Kurs öncesinde ve sonrasında yapılacak konaklamaların ücretleri katılımcılara aittir.

Katılım Seçenekleri

1. Grup Kursiyerler: Konaklamayı kendi olanaklarıyla ya da kendi çadırlarında yapacak kursiyerlerimizden kişi başı 350 TL kurs ücreti alacağız. Bu grup kursiyerlerimiz, kurs ekibince temin edilecek sabah kahvaltısı ve öğle yemeğinden ücretsiz olarak yararlanabilecekler. Ulaşım ve akşam yemekleri ise kendileri tarafından karşılanacak.

2. Grup Kursiyerler: Konaklamayı Bağbahçe’nin çadırlarında yapacak kursiyerlerimizden, konaklama bedeli dahil kişi başı 400 TL kurs ücreti alacağız. Bu grup kursiyerlerimiz, kurs ekibince temin edilecek sabah kahvaltısı ve öğle yemeğinden ücretsiz olarak yararlanabilecekler. Ulaşım ve akşam yemekleri ise kendileri tarafından karşılanacak.

3. Grup Kursiyerler: Konaklamayı kurs ekibinin temin edeceği pansiyonlarda (www.cinarapart.net) yapacak kursiyerlerimizden, konaklama bedeli dahil 500 TL kurs ücreti alacağız. Bu grup kursiyerlerimiz, kurs ekibince temin edilecek sabah kahvaltısı ve öğle yemeğinden ücretsiz olarak yararlanabilecekler. Ulaşım ve akşam yemekleri ise kendileri tarafından karşılanacak.

4. Grup Kursiyerler: Daha rahat koşullarda konaklamayı kurs ekibinin temin edeceği otellerde (www.yaseminhotel.com)yapacak kursiyerlerimizden, konaklama bedeli dahil 700 TL kurs ücreti alacağız. Bu grup sabah kahvaltısı ve akşam yemekleri için otellerinden, öğle yemekleri için ise kurs ekibinin hazırlayacağı yemeklerden ücretsiz olarak yararlanabilecekler. Ulaşım masrafları ise kendileri tarafından karşılanacak.

Eşlikçiler: Kursiyer Eşleri, Çocukları ve Arkadaşları (en fazla iki arkadaş): Kursumuza katılacak olanların, ailecek bir kurs ortamında yer alabilmeleri ya da kurs zamanları dışında eşi, çocuğu; ya da  arkadaşlarıyla birlikte olabilmeleri için çeşitli olanaklar sağladık.  Kursiyer eşleri ve arkadaşları, kurs alanında kendi çadırlarında ücretsiz olarak kalabilecek, Bağbahçe’nin çadırlarında kişi başına 50 TL, kurs ekibince temin edilecek pansiyonlarda iki kişilik odalarda kişi başı 100 TL, otellerde ise iki kişilik odalarda kişi başı 300 TL(sabah kahvaltısı ve akşam yemeği dahil) karşılığı konaklayabileceklerdir. Otel haricinde diğer yerlerde konaklayan kursiyer eş ve arkadaşlarının yemek ve ulaşım masrafları da kendileri tarafından karşılanacaktır.

Diğer konular: Kursiyerlerimizden daha önce benzeri kurs yapmış olanlara 100 YTL indirim yapılacaktır. Ancak kiminle nerede ne zaman ne sürede kurs yaptığınız bilgileri bize ulaştırılmalıdır. 

Kurs ücretine çaylar ya da hazırlanan içecekler dahildir.

Kayıt ve Ödeme İşlemleri:

a) Ön Kayıt: Ön kayıt için bu tanıtım belgesi ile birlikte size ulaşan belgelerden yada    https://kendineyeterlitoplum.wordpress.com/kayit-formu/ adresinden indirip elde edebileceğiniz başvuru formunu doldurup, dadankadir@yahoo.com ve onurgnr@gmail.com mail adreslerine birlikte gönderiniz yada 0266 845 82 82 nolu telefona faks çekiniz. Kayıt formunun kurs ekibine ulaştığı bilgisi birkaç gün içerisinde size iletilecektir. Ön kayıt için son tarih, 10 Temmuz 2010’dur. Bu tarihe kadar yapılan kayıt sayısına göre bu süre uzatılabilir. Katılım sınırının üstünde başvuru olması durumunda, başvuru tarihine göre sıralama yapılarak erken kayıtlara öncelik verilecektir.

b) Kesin Kayıt: Kurs kaydınızın kesinleşebilmesi için başvurunuza verilecek yanıtta iletilecek banka numarasına, kurs ücretinizin en az % 40’ını, en geç 20 Temmuz 2010 tarihine kadar yatırmanız gerekmektedir. Ödeme belgenizi saklayınız ve bir örneğini yukarıdaki mail adreslerine ya da faks numarasına gönderiniz. Herhangi bir ödeme yapılmadığı takdirde, kaydınız kesinleşmeyecektir. Kesin kayıtlar tamamlandıktan sonra, yer kaldığı takdirde, kesin kayıt yaptırmamış ön kayıt başvurularına geri dönülecektir.

Kayıt, daha fazla bilgi ve iletişim için:

Kadir Dadan  (Ocaklar/Erdek/Balıkesir)     dadankadir@yahoo.com       505 403 88 68     534 587 27 85

Onur Güngör                                                     onurgnr@gmail.com        505 279 76 65

Kurs Hakkında Önemli Tarihler:

10 Temmuz 2010         Ön Kayıt Başvuruları için son tarih

20 Temmuz 2010         Ön Ödeme için son tarih

Ayrıntılı bilgi, program ve Agustín Sepúlveda Sariego ile Emet Değirmenci’nin özgeçmişleri için : https://kendineyeterlitoplum.wordpress.com/

Facebook grubu:  http://www.facebook.com/pages/Kendine-Yeterli-Toplum-BilgiBeceriDeneyimKaynak-Paylasim-Agi/335518878636?ref=ts

Kurs Beldesinden – Ocaklar (Erdek-Balıkesir) görüntüler:

Ocaklar, Kapıdağ yarımadasının deniz ve doğa güzelliklerini taşıyan bir beldedir:

http://www.ocaklar.com/galeri/diger/

Bitki örtüsü ve doğa:

http://picasaweb.google.com.tr/kadir.dadan/Klepsecevresi

Kurs yapılacak yer BAĞBAHÇE den bazı kış mevsimi görüntüleri:

http://picasaweb.google.com.tr/kadir.dadan/Bagbahce#

Ulaşım bilgileri:

İstanbul, Ankara ve İzmir’den otobüs ya da feribot kullanarak toplu taşıma ile (3-7 saatte) Bandırma üzerinden Ocaklar/Erdek’e ulaşılabilir.

Ocaklar’a en rahat, güvenli ve en az karbon ayak iziyle kolektif ulaşım için ayrıntılı bilgi daha sonra siteden https://kendineyeterlitoplum.wordpress.com/ elde edilebilecektir.

EGİTMENLER

Agustín Sepúlveda Sariego Şili’li  Biyolog, Permakültür ve Ekoloji Restorasyonu Uzmanı

Latin Amerika ve İskandinavya ülkelerinden 30 yıllık permakültür ve ekolojik restorasyon deneyimi,

Vandana Shiva ve permakültürün öncülerinden David Holmgreen ile konferanslar,

Dünya çapında topluma dayalı sürdürülebilir projeler yapan Change the World http://www.world-changers.org www.cambiaelmundo.org Şili, Norveç ve Kolombiya yöneticisi

ECO-ING http://www.ecoing.cl/ ‘in danışmanı

Bolivya Üniversitesi’nde akademisyen

İspanyolca, İngilizce, Portekizce bilmekte olup, İtalyanca ve Fransızca’yı da biraz konuşabilmektedir.

Üniversite eğitimini Biyoloji  alanında tamamlayan Agustin, daha sonra Tarım Ekolojisi, Orman Bilimi, Ekolojik Tuzlanma ve Ekolojik Ekonomi, Moleküler Biyoloji ve Genetik, Sosyal Ekoloji konularında yüksek lisans düzeyinde eğitimler almış olup şu an Şili’deki ECO-ING Danışmanlık merkezinde çevre ve sosyal alanlarda uzmanlık yapmaktadır.

Doçent olarak Agustin  17 yıldır Şili Üniversitesi’nde Bilim, Mimarlık ve Veterinerlik, Bolivya Üniversitesi’nin Eğitim Enstitüsünde Antropoloji ve Ekonomi, ARCIS Üniversitesi’nin Mimarlık Bölümünde  Fizik, İstatistik ve Çevre, Gylania Enstitüsü’nde İstatistik ve Ekoloji eğitimi vermektedir.

Aynı zamanda Bolivya’daki Universidad Mayor de San Simon’un Ekolojik Ekonomi Master Programında dersler vermekte olup, 1980’lerden bu yana  Şili’de Toplumsal Ekoloji   felsefesinin  yaygınlaşmasına destek olmaktadır.

1984 den bu yana Şili’de permakültür ve alternatif teknolojiler konusunda 20 den fazla kursta eğitmeliğin yanı sıra, değişik ülkelerdeki katkılarıyla uluslarası düzeyde zengin deneyim sahibidir. Bunlardan bazıları:

l    1994’te Meksika da Alejandra Caballero ile ilk uluslarasi permakültür kursu

l    2007’de Şili’de  David Holmgreen, Gifen Hope ve  Manfred Max Neef ile Sürdürülebilir Yaşam ve Permakültür konferansları

1992 yılında Meksika’daki ilk Çevre Eğitimi Kongresi’ne  Şili ekoloji hareketini temsilen katıldı ve toplumu yeniden kurmak için permakültüre dikkat çekti. Aynı yıl  Amerikadaki Tolumsal Ekoloji Enstitisü’nün (Institute of Social Ecology) kurucusu Murray Bookchin tarafından Permakültür ve Latin Amerikadaki hareketleri tanıtmak üzere yaz okuluna eğitmen olarak davet edildi.

1995 yılında Bolivya La Paz ilk uluslararası permakültür kursunda dersler verdi. 1996’da  Arjantinde seminere katılıp bir yıl sonra Uruguayda yapılacak olan La Comunidad del Sur 1997 konferansı fikrini öne sürdü ve düzenleyicisi oldu. 1997’de Bolivya’nın Cochabamba bölgesindeki Universidad Mayor de San Simón Master öğrencilerine Toplumsal Ekoloji ve Cochabamba Katolik Üniversitesi’nde Çevre Mühendisliği öğrencilerine permakültür dersleri verdi.

Breziya’da İsveçteki Framtidsjördan  organizasyonunun üyesi olarak ormanbilim, biyolojik çeşitlilik, genetik ve tarım ekolojisi seminerlerine katıldı ve sivil toplum kuruluşlarına permakültür ve ekoköyler hakkında seminerler verdi.

2001  yılında İsveçte Framtidsjördan organizasyonundan  Ekvator’dan Jeff Meacham ile  Latin Amerika, Asya ve İskandinavya’da permakültür eğitimlerini yönlendirmek için programlar düzenledi.

2005’te Norveç’te Tarım Üniversitesi’nin  Tarım Ekolojisi alanında  yüksek lisans programına eğitmen olarak davet edildi ve uluslarası düzeydeki ECOSAN kursunun düzenlenmesine yardım etti.

2005-2007 yılları arasında Norveç odaklı  Change the World Organizasyonunun üyesi ve yöneticisi olarak  12  permakültür kursunda eğitmenlik yapmış olup, Amandaris ekoköyünde ve  La Estrella daki, Medellin ve  The Ecoaldea’da yardımcı danışman olarak çalışmıştır. Kolombiya’daki Bucaramanga’da  çamur ve saman balyasından ev yapımında dünya çapında tanınan Alman mimar  Gernold Münke  ile Pueblito Acuarela için ekoloji ve ekolojik tasarım danışmanlığı yaptı.

2007’de Danimarka’da  Change the World (Dünyayı Değiştir) organizasyonun  üyesi olarak  Vandana Shiva ile Roskilde Üniversitesi’nde konuşmalar yaptı.

Agustin, Bolivya Üniversitesinde Antropoloji ve Eğitim Enstitüsü’nde Kültürler Arası  İki Dilde Pedogojik Eğitim içeren eğitim programlarının düzenlenmesine katkılarda bulunmuştur. Bu programı Şilideki Gylania Enstitüsünde Yaratım, Dizayn ve Çevre konusunda  teknik mühendislik eğitimleriyle ilişkilendirerek bu alandaki eğitime orijinal katkıları olmuştur.

Şu anda  Şili’de yaşayan Agustin, universitede Temel Pedagojik Bilimi Bölümünün koordinatörü, ECO-ING’de danışman, Toplumsal Ekoloji Enstitüsü inisiyatifinin üyesi olup  Cecilia Toro ile Biodanza çalışmalarını sürdürmektedir ve kendini ekoköy ve permakültür eğitimlerinin geliştirilmesine adamıştır.

Emet Değirmenci:

Emet Değirmenci 16 yıldır Türkiyenin ekolojik sorularınına çözüm bulmada gerek araştırmacı gerekese aktivist olarak katkı vermektedir. Bunlardan bazıları:

l    Nükleersiz bir Türkiye

Türkiye’de Doğayla Uyumlu Tarım

Kadınların Ekolojik Dönüşümdeki Yeri

____________________________________________________

Emet son 12 yıldır yurt dışında yaşımakta olup, Avustralya’da Friends of the Earth çatısı altında uluslararası Bergama kampanyasını başlattı. Aborijin topraklarında uranyum madenciliği yapılmaması için Anti-Uranyum kampanyasında 3 yıl aktif olarak mücadele verdi. 

Aotearoa / Yeni Zelanda’da sığınmacı ve yeni göçmenler için Innermost Gardens ( http://www.innermostgardens.org.nz/ ) adlı permakültüre dayalı kent bahçeciliği ağını kurdu. Jeofizik Mühendisi olmasının yanı sıra; biri Avustralı Permakültür International editörlerinden Max Lindeger’den diğeri  Maori yerlilerinin kültürlerinden öğrenmeye dayalı bir yaklaşımla Yeni Zelanda’dan olmak üzere iki  permakültür sertifikasına sahiptir. Kendisi 13 yıldır permakültürü yaşamında ve projelerinde hayata geçirmeye çalışmaktadır.

Emet ayrıca şu an yaşadığı ABD’nin Seattle / Washington’da ( http://www.socialecologyvashon.org )’un yönetim kurulu üyesi olup, sanayi atıkları vb şekilde kirletilen toprakların temizlenmesi için Biyolojik iyileştirme (Biyoremediation) proje liderliği yapmaktadır.

Toplumsal Cinsiyet konusunda Melbourne Üniversitesi’nde 2006’da yaptığı yüksek lisans çalışması Emet’i toplumdaki işbölümü ve tarımda kadının yeri (özellikle Latin Amerika odaklı çiftçi hareketi Via Campesina) hakkında araştırmalara yöneltti. Son 2 yıldır Food Sovereignty – Gıda Bağımsızlığı konusunda uluslarası birdizi konferansa çağrılmaktadır. Ayrıca kadın ve çok kültürlülük konulu araştırmaları uluslararası düzeyde ilgi görmektedir.  Katıldığı konferanslardan bazıları:

  • 21 Yüzyıl Feminizmi-Melbourne Avustralya 2006
  • Çok Kultürlülük: Ne İçin?- Wellington Aotearoa/Yeni Zelanda, 2007
  • 11. Dünya Kadın Konferansı-Madrid/İspanya, 2008

Permakültürü toplumu yeniden kurmak olarak gören Emet bireysel sürdürülebilirliğin ötesinde bir permakültür egitimine yoğunlaşıp Küreselleşme ve Türkiye’nin Ekolojik Tarımı ve Özgür Ekolojik Kentler konularına kafa yormakta ve bilgi ve becerilerini hem Türkiye’de hem de yurt dışında paylaşmaktadır. Yazıları Toplumsal Ekoloji Dergisi, Özgür Üniversite Dergisi, Küyerel Düşünce Platformu, Politik Art gibi yerlerde yayınlanmaktadır.  Ayrıca Emet’in projesini geliştirdiği ve editörlüğünü yaptığı Kadınlar Ekolojik Dönüşümde kitabı Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlanmak üzeredir.

Emet şu an Washington Vashon Adası’nda yaşamakta ve doğayla uyumlu yaşam alanları tasarımı, permakültür eğitmenliği ve danışmanlığı yapmaktadır (http://www.koruora.com )

Eğitmenler hakkında daha fazla bilgi için: Emet Değirmenci              koru.ora@gmail.com

Kursa ayrıca, Abdullah Aysu, Vehbi Ersöz, Kadir Dadan ve konuya ilişkin emek veren değerli dostlarımız konuk konuşmacı olarak katılacaklardır.

https://kendineyeterlitoplum.wordpress.com/ sitesinden güncellemelere ulaşabilirsiniz.

Kurstan ve kolaylaştırıcılardan daha fazla yararlanmak üzere faydalı bağlantılar:

Marmariç’te permakültür uygulamaları:

http://marmaric.org/marmaricte-permakultur-uygulamalari/trt2-ne-yapmali-program-kaydi/

Bostancık’ta permakültür uygulamaları:

http://bostancik.blogspot.com

“Kardeş bitkiler” yöntemi

http://kardesbitkiler.blogspot.com/

Penny Livingston permakültür çalıştay notları:

http://surdurulebiliryasam.wordpress.com/kaynaklar/

Aşağıdaki filimler ingilizce olmakla birlikte dili bilmeseniz de görsel olarak anlayabileceğiniz türden seçilmiştir:

Kendi gübrenizi yapın, çöp atıklarınızı azaltın ve çevreyi koruyun!

http://vimeo.com/5892223

permakültür nedir- David Holmgreen’ le

http://www.youtube.com/watch?v=dTUaSelgIlc&feature=related

şehirde permakültür-Bill Mollison New York da:

http://www.youtube.com/watch?v=LNZxvgpUteQ

Geoff Lawton- çölü dönüştürmek:

http://www.youtube.com/watch?v=sohI6vnWZmk

rocket sobası-seralar için:

http://www.youtube.com/paulwheaton12#p/u/0/qtFvdMk3eLM

basit bir kompost tuvalet yapımı:

http://www.youtube.com/watch?v=suZC3hGdosQ

atıklardan  estetik yaşam alanları yaratmak:

http://www.youtube.com/watch?v=qYGhAtOFHh8&NR=1

dogal ve yerel malzemeyle ev yapımı:

http://www.youtube.com/watch?v=abYZLmPwgwQ&feature=related

ekin-zehre-saman balyasından ev yapımı:

http://www.youtube.com/watch?v=RjNhJqnva3w&feature=related

13/12/2009

Endüstriyalist kapitalizm gelişirken kentle kır arasındaki uçurumu gittikçe arttırdı. İnsanlar iş ve aş bulmak için kentlere göç etmek zorunda kaldı. Aynı zamanda kentin kozmopolitan yapısı insanları özgürleştirir diye umuluyordu. Oysa kırdaki dayanışma ruhunun kentte yok olduğunu görmek uzun sürmedi. Bu bağlamda 19. yüzyıl başlarında örneğin, Charles Dickens’in romanlarında konu ettiği Londra’ya kırsaldan gelenlerin kültürel çatışmaları ve artık yalnızlaşmakta olan birey vardı.

Krismas Karol’un kasabaya ya da kente birkaç günlük de olsa cömertlik ve dayanışma ruhu getirmesi umut edilirdi. Türkiye’de ise özellikle 1990’lardan sonra politik, sosyal ve ekonomik nedenlerle Doğu ve Güneydoğu’dan ve hatta Anadolu’nun iç kesimlerinden İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük kentlere olan göçleri göz önüne getirebiliriz. Oralardan gelenlerin kentin var olan elit dokusunu ‘çarpıklaştırdıkları’ konu edilir oldu.

İnsanlar nasıl düşünüyorlarsa çevreleri de öyle şekillendirirler. Burada insanın insan üzerindeki egemenliğinin kentleri de hasta ve atıl yapılar haline dönüştürdüğünü saptamalıyız. Buna örnek olarak Moskova’da gerek kapitalizmle yarış nedeniyle, gerekse devlet otoritesini yansıtan Stalin döneminde inşa edilmiş olan devasa betonarme yapılar gösterilebilir. Yanısıra Hitler’in totaliterliğini ve faşist ruhunu yansıtan bir dizi örnekler de sıralanabilir. Toplumsal ekolojist olarak kentin özgür ekolojik dönüşümünü sağlama konusunda son yıllardaki uzmanlık alanım olan bireysel ve toplumsal düzeydesürdürülebilirlik olarak tanımlayabileceğimiz ‘kalıcı kültür’ (perma culture) den yararlanacağım.

Bu konu özellikle yaşamaya henüz başladığımız küresel iklim krizi sorunuyla çok yakından ilişkili. Bunun yanında ekolojik sorunları toplumsal sorunlardan ayrı tutamayacağımız apaçık anlaşılmış durumda. Son yıllarda insanlar soruna çözüm olarak tersine göç, bır baska deyişle kentin sorunlarından kurtulmak için köye göçmeye başladılar. Oysa kararların ‘güçlü’ tarafından diğer insanları tahakküm altında tutmak için verildiği ortamda yaşadığımız yerin küçük ya da büyük olması neyi farkettirir? O halde ekolojik olarak karbon ayak izi üretmeyen, politik olarak da demokratik bir kentin nasıl olabileceği önemlidir. Endüstriyalist kapitalist toplumun eseri olan küresel iklim değişimi bir yandan insanları (gezegenin diğer canlılarıyla birlikte) susuzluk ve kuraklığa sürüklerken, aynı zamnda sel baskınları ve ekilebilir toprakların kaybına yol açarak kentin hastalıklı ve atıl yapısını arttırmaktadır. Nerede olursak olalım dünyamız iklim değişiminin getirdiği felaketlerle bizi geceğimizi kestiremez hale getiriyor. Elbette fakir ülkelerin insanlarının seçimi ise çok daha sınırlı durumdadır. İklim uzmanlarına göre sadece kuraklıktan dolayı 2020’ye kadar en az 200 milyon insan bulunduğu yeri terk etmek zorunda kalacaktır. Yine sırf kuraklık nedeniyle 2007’de Tahran yakınlarında 88 köy yerini terk etmek zorunda kaldığı belirtiliyor. Oysa hani bir zamanlar kırsalın ekolojik olarak kendine yeter yapısı vardı. Kentler ise kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerinin en keskin döndüğü yerler olup ekolojik krize en fazla katkıda bulunan yerler ola gelmiştir.

Kentin ekolojik ve toplumsal dönüşümünü sağlamak için kendimiz ve toplumumuz için verilecek kararlarda aktif rol oynayan bireyler olmamız gerekiyor. Çünkü ancak aktif yurttaşlar hayal ettikleri özgür ekolojik kentleri yaratabilir. Toplumsal ekolojinin kurucusu Murray Bookchin ‘Kentsiz Kentleşme’ (Urbanization Without Cities) kitabında antik Yunan da Atinayı o dönemin olumlu örneği olarak ele alırken, kadınların ve kölelerin özgürlük eksiliğini dile getirir. Dolayısıyla özgür kentin

ancak özgür yurttaşlarıyla birlikte şekillenebileceğini göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Kısacası nüfusun bir kesiminin aktif olmadığı bir kentin özgür olaması beklenemez.

Geleceğin özgür kentlerinde kentin var olan merkezi yapısının mahalleler düzeyinde doğrudan demokrasi vasıtasıyla yönetilebilir hale dönüştürülmesi gerekir. Özgür yurttaşlardan oluşan (ve yeri geldiğinde geri çağrılabilecek) mahalle meclisleri insanlara kendi yaşadıkları yer hakkında kendilerinin karar vermesini sağlaymalıdır. Bu meclislerden oluşan ağ doğrudan demokrasinin can damarlarını oluşturacaktır. Meclisler ise kentin diğer meclisleriyle organik bağını sürdürecektir.

Böylelikle hatta kendi bölgesindeki meclislerle Bookchin’in deyimiyle “komünlerin komününü” oluşturacaktır. Kent hakkında

yapılacak herşey insani ölçekte olacağı için atıl yapılardan kaçılacak, kent devingen ve sinerjik bir yapıya dönüşecektir.

Böylelikle kent artık halkın dört yılda bir istemeyerek sandığa gittiği yerler değil, aktif yurttaşların şenlikli katılımıyla kendi yarını şekillendireceği, içinde yaşamaktan hoşnut olacağı organik bir organizmaya dönüşecektir.

Yaşam için yiyeceğin temel olduğu dikkate alınırsa, özgür kentin yiyecek üretiminin en azından yarıdan çoğu kentin kendi alanı ve çevresinden sağlanabilir. Gereksinimin geri kalan kısmı ise kültürel etkileşimi de içeren ve komünal olarak düzenlenen şenlikli takas pazarlarında tamamlanabilir. İnsan etkinliklerinin her birinin karbon ayak izi üretip iklim değişimine katkıda bulunduğuna göre günümüzde geliştirilmekte olan kent bahçelerinden, tohum değişim gruplarına, değiş-tokuş pazarlarına kadar bir dizi projenin bugünden toplum ve ekolojiye önemli katkılar sağladığını şimdiden görebiliriz. Küba’da Sovyetlerin petrol ambargosundan sonra olduğu gibi kullanılmayan yeşil alanların halkın organik yiyecek üretim bahçelerine dönüştürülmeli hatta kamu malı olup özelleştirilen yerleri geri istemeliyiz. Bu yolla toprağa atılan petro kimya menseli gübrelerin üretimi ve tüketimi de günden güne azalacağı için halk sağlığında büyük gelişmeler olacaktır. Çünkü kimyasalların üretilirken ve tüketilirken yalnızca direkt canlı vücuduna değil, suya, havaya ve toprağa kalıcı etkiler yaptığını anımsayalım. Böylesi bir yapıda sosyal problemler de günden güne azalacaktır. Direk demokrasinin islerdiği sokakları gece gündüz her ırk, cins ve sınıf için güvenli ve şenlikli hale gelmiş olacaktır. Benzeri modeller Arjantin’ in özellikle Patagonya bölgesinde ve Brezilya’nın bazı yerlerinde bugünden örnekleri yaratılmaya başlandı. Bugün Türkiye’de oluşturulmaya başlanan organik halk pazarları, takas şenlikleri ve kent bahçesi girişimleri bu hayalin tohumlarını oluşturabilir.

Yukarıda bahsettiğimiz şekilde gereksiz üretim ve tüketim gittikçe azaltılacağına göre devasa tüketim saraylarını (alışverişmerkezleri) da ne yapacağımızı göz önünde bulundurmalıyız. Bu noktada alışveriş ederken bir çift laf edip, halhatır sorabildiğimiz köşe bakkalına ya da hakim kültür altında etnik ya da azınlık olanların kendi renklerini ve tatlarını yansıttıkları küçük alanlara yeniden kavuşabileceğimizi hayal ediyorum. Çünkü ekolojik çeşitliğin toplumsal çeşitlilik olmadan yaşayamayacağı görüşündeyim. Aynı zamanda halk kendi işleteceği kooperatifler vasıtasıyla kendi radyo,televizyon ve diğer basın yayın organlarını işletebilme kapasitesi eceğini de düşünebiliriz. Kentin gereksinimi için ulus ötesi almak zorunda olduğumuz maddi manevi ürünler için hakkaniyetli alışveriş (fair trade) ağları bugünden oluşmaya başladı. Böylece üretenle tüketen artan düzeyde iletişim olanaklarına sahip olabileceği gibi, etik olarak üretenin emeği direkt desteklenmiş olacaktır. Elbette taşımacılığın da toplu taşımacılığa dayanan bir modelle ve her kentin konumuna göre enerjinin de yenilenebilir kaynaklardan üretilebileceği ve mümkün olduğunca atık üretmeyen bir kent yaratmayı da eklemek gerekir.

Sonuç olarak; ulusal ve ulus ötesi tekellerin kontrolünde tüketime dayalı kent yaşamını özgür ekolojik kente dönüştürmek için her düzeyde hiyerarşiden uzak katılımcı bir kültür yaratmamız gerekiyor. Bookchin’in geliştirdiği özgür yerel yönetimcilik anlayışını temel alarak, bu modeli kendi kentimizin somut gerçeğine göre şekillendirebiliriz. İşe önce insanın insan üzerindeki ve insanın doğa üzerindeki egemenliğine son verecek kültürü yaratmakla başlayabiliriz. Böylece birey ve toplum kendini doğanın bir parçası olarak görecek ve aktif olarak özgür kentin yapılanmasına coşkuyla katkıda bulunacaktır.

Bu özgür yerel yönetimler aynı zamanda yerel düzeyde konfederasyonlar oluşturacaklardır. Sözü özgür yerel yönetim fikrini ortaya atıp, aynı zamanda yaşadığı yerlerde (ABD’nin New York ve Vermont eyaletlerinde) ilgili deneyimleri başlatmış olan Bookchin’in kendi sözleriyle noktalarsak: “… konfederalizm vasıtasıyla toplumlar arasında karşılıklı bağlar sürekli korunur. Konfederasyonda toplumlar kendi kişiliklerini korur… Bu da kendi içinde çeşitliliği taşıyan ekolojik özgür bir toplum demektir.”

* Toplumsal proje geliştiricisi, araştırmacı ve aktivist

Kendine Yeterli Toplum

KendineYeterliToplum blogu kalici kultur  ve dogayla uyumlu yasam tasarimi ile  bireyin ve toplumun kendine yeter duruma gelmesinde gerekli bilgi -beceri paylasimi uzerine kurulmustur.

Paylasimimizda oncelikle Anadolu kulturel zenginligi ve dogal cesitliligi temel alinacaktir. Diger kulturlerle alisveris, karsilikli  destekleme ve birbirini zenginlestirme  hiyerarsisiz (esit guc paylasimi) iliskilere dayali etik ilkelerle saglanacaktir.


This blog, KendineYeterliToplum, is designed to help people about pemaculture and other design techniques from different cultures.  We know that Anatolian mosaic is a good example for us to learn from each other and put them into practice.  All our relationship from learning each other and sharing knowledge and skills are based on ethical equal power sharing.